AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (V)

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (V)

-Kifayetsiz Muhterisler-

Geleceğin Fatih’i

Günlerden bir gün, Muzaffer Şahin ve Battal Aslan aynı arabada Nevzat Özpelitoğlu’nun evine gidi-yoruz, Kreuzberg’ten Moabit’e. Direksiyonda Nevzat var. Muzaffer Şahin sohbetin bir yerinde, Erbakan Hoca’nın Haldun için “geleceğin Fatih’i” benzetmesi yaptığını söyledi. Dedim ki Muzaffer’e, ‘Ne Fatih’i be, Haldun’dan koyun çobanı bile olmaz! Hoca onu teşvik için söylemiştir.” Bu sözüm onların üzerinde soğuk duş etkisi yaptı, kabullenemediler. Muzaffer malum tavrıyla, “Ne diyorsun sen be!” diyerek oturduğu yerden şöyle bir savruldu. Hepsi beraber Haldun’un faziletlerinden bahsetmeye başladılar, o gece sohbetin konusu değişmedi. Sonradan Haldun’un Fatih olmadığını, hatta hiçbir zaman olamayacağını anladılar, anladılar anlamasına da, zamanı geriye doğru döndürmek mümkün olmuyordu. 

Aslında Haldun yaptığı şeyleri inandığı için yapıyordu. Hain olabileceğini sanmam. Mesleği mimarlık, belediyede çalışıyor, çalışkanlığına ve gayretine sözüm yoktur. Ama yaptığı işleri aklın süzgecinden geçirerek yapmayan birisi olduğu için ve bazı şahsiyetlerin söylediklerini ayet gibi kabul ettiği ve şartsız şurtsuz uygulanması gerektiğine inandığı için, çok daha vahimi aklını kullanmamakta ısrar ettiği için hem kendisine hem hocalara hem de topluma zarar veriyordu…

Devlet düşmanlığı ve hoca kıyımı

Milli Görüş cemaati Türkiye’den gelen en üst düzey bürokratları, ilim adamlarını dinliyordu. Yaşam-ları boyunca para vererek dinleyemeyecekleri makam, mevki sahipleri olan seçilmiş insanlardı bunlar. Erbakan Hoca’nın sayesinde o insanlarla tanışıyordu Milli Görüş cemaati. Bu hatipler arasında T.C. devletini eleştirenler, Atatürk’ü aşağılamayı marifet sayanlar alkışlanıyor, onlardan az da olsa övgü ile bahsedenler yuhalanıyordu. Tayyar Altıkulaç yuhalananlardan biridir. 
Dr. Rıza Nur’un yazdığı “Hatırat” kapış kapış gidiyor, yok satıyordu, en çok okunan kitaptı Hatırat. “Hatırat’ı okudun mu? ” şeklindeki sorunun cevabı, ‘okumadıysan senden adam olmaz’ demekti. Cemaat tamamen siyasallaşmıştı, dinlerini de siyasallaştırmışlardı. Kürsüde Allah’ın ayetlerinden bahsedenler iyi hoca değildi, Milli Selamet Partisi’nden, Erbakan’ın mücahitliğinden bahsedilecekti, Milli Gazete ’den ve Milli Görüş’ten bahsedilecekti. Yeri geldiğinde de Yahudi’ye atılacaktı. Yoksa o hoca, ‘Milli Görüşçü değil!’ denilerek hedef tahtasına konuyordu. Onlara göre dünyadaki bütün olumsuzlukların sorumlusu, İsrail’di, Amerika’ydı, Avrupa’ydı. Müslümanlarda hiç hata yoktu.

Milli Görüş Teşkilatları bir anlamda hoca kıyma makinesi sayılırdı. Viyana’da tanıştığım ve kendisiyle ilgili iyi anılarım olmayan Mustafa Arslan (Sadık hoca) Ulm bölgesinden Berlin Emir Sultan Camii’ne getirildi, âlây-ı vâlâ ile. İyi hatipti, Kur’an’ı da iyi okurdu. Tek eksiği vardı, biraz sinirli olduğu için hemen ayranı kabarıveriyordu. Caminin evinde kalıyordu. Neden sonra yönetimle araları açıldı, yönetimin ilk işi hocayı evden atmak oldu. Bu işin arkasında Nail Dural’ın var olduğuna kanaat getirdiği için, Emir Sultan Camii’nde Nail Dural’a hesap sormuş, üzerine yürümüş, bir de yumruk aşk eylemiş. Kavga caddeye taşmış. 

Hocanın çocuklarından birisi rahatsızdı, kemik erimesi vardı, hoca sağlığına kavuşması için onunla uğraşıyordu, dünyası kararmıştı zavallının, onlar hocanın derdine el atacaklarına, ona yardım ellerini uzatacaklarına onu evden atmaya çalışıyorlardı. 
Aynı şeyi Faruk Kâhya Hoca’ya da yaptılar. Hoca İslâmî ilimler Okulu’nda müdür yardımcısı. Hanımı kanser teşhisiyle hastaneye kaldırıldı. Olayın üzerinden bir hafta bile geçmeden hoca görevden alın-dı. Bu karar okul müdürü Sedat Şener hoca tarafından da tebliğ edildi. Siyami Öztürk bölge başka-nıydı. 
Kamil Hoca (Hüseyin Çiçek), İbrahim Selimoğlu, Mehmet Bıyıklı, Abdullatif hoca (Şükrü Kaya), Hidayet Hoca (Necmettin Kaya), Bilal Hoca, Mehmet Erol Hoca, Sedat Şener Hoca, Yusuf Hoca bunlar sadece Berlin Bölgesi’nde görevden alınan hocalardır. Gerekçe, yetersiz ve ehliyetsiz olmalarıdır.

Genel Merkez’de olduğum dönemde Münih Bölgesi’ne teşkilat çalışması için gitmiştim. Abdussamed Temel kardeşimle cemiyetleri dolaşıyorduk. Alp Dağları’nın eteğinde Haushamm Kasabası’nda, Haushamm Camii’ndeyiz. Manzara etkileyici, yemyeşil, işte tam yaşanacak yer diyebileceğiniz güzellikte bir şehir. Bulunduğu şehrin adıyla anılan veya o şehrin ileri gelen birisinin adıyla anılan fazla cami yoktur Milli Görüş camilerinin içinde Avrupa’da. Sırf bu anlamlı çalışmalarından dolayı yönetim kurulunu tebrik ederek başladım teşkilat çalışmasına. 
Çalışma bittikten sonra kantine çay içmek için oturduk. Cemiyet başkanı, ‘Hoca bizlere çay yap demesin mi?!’  Bir bardak kaynar su döküldü sanki başımdan aşağıya. Biraz önce övdüğüm yere göğe sığdıramadığım cemiyet başkanı, hocasına ‘Bizlere çay yap hoca’ diyebiliyor. O hoca namaz saati geldiğinde arkasında namaz kılacağı hoca, kürsüde cemaate vaaz edecek olan hoca, çocukları-na Kur’an öğretecek olan hoca. Saygı gösterilmesi gereken âlim kişi… 
Birçok camide aynı uygulamanın varlığına şahit oldum. Nedenini sorduğumda aldığım cevap entere-sandı; ‘Caminin giderlerini karşılamak için masrafları düşürmemiz lazımdır. Camide maaşlı çalışan tek kişi hocadır. İkinci bir kişiye maaş veremeyeceğimize göre, camide yapılması gereken hizmetle-ri hocanın yapması gerekir.’

Yaygın Eğitim

Erbakan hoca Müslümanların siyaset sahnesinde olmalarını istiyordu, şuurlu bir siyasetti Hoca’nın istediği. Slogan siyaseti değildi. Okuyacaksın, öğreneceksin, öğreteceksin, üreteceksin, çalışacaksın, koşacaksın, terleyeceksin. Sadece bildik ibadetleri yapmakla, her sene Hacc’a gitmekle, Umre ’ye gitmekle, zikir çekmekle, sakal bırakmakla Müslümanlar haklarını koruyamazlardı, kimliklerini koruyamazlardı, Erbakan Hoca’nın talimatı bu yöndeydi. Hoca böyleydi ama arkasından giden cemaat-lerin önderleri, hocalar, şeyhler, cemiyet başkanları yeterli dini ve siyasi bilgiye sahip değillerdi. Hocanın nezaketinden, giyim kuşamından onlar nasiplerini almamışlardı. Onlar usul adap bilmiyorlardı, nezaket kurallarından uzaktılar, kaba saba olmayı marifet biliyorlardı. 

Aslında bu insanlar kötü niyetli değillerdi, heyecanlıydılar, yıllarca horlanmışlar, itilmişler-kakılmışlar, Erbakan Hoca’yla yeniden dirilmişlerdi. Onların eğitimleri eksikti. Eksik olan tamamlanmalıydı. Düşüncelerimi icra kuruluna taşıdım. Tartışıldı ve oy birliğiyle uygulamaya konulması karara bağlandı, görev bana verildi. Müfredatı hazırlayacaktım; hazırladım. Hocaları ve seminer mahallini tespit ettim, kimlerin bu seminerlerde görev alacağını tespit ettim. Kimlerin bu seminerle-re katılabileceğini de tespit ettim ve bölge başkanı Haldun Algan’a sundum, onaylandı: Her hafta Mevlana Camii’nde seri seminerler düzenlenecek, bu seminerlere derneklerin yönetim kurulları ve cemaatin ileri gelenleri katılacaktı. Sadece seminer verilmeyecek, sorular da cevaplandırılacaktı.

Eğitim Seminerleri bir sene boyunca devam etti. İlgi yoğundu, katılımcı sayısı artarak çoğalıyordu, 200 sayısına ulaşmıştık. Bu durum İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural’ın işine gelmemiş olmalı ki, önce bölge başkanı Haldun Algan’ı ve Mahmut Gül’ü sonra da derse gelen hocaları olumsuz yönde etkilemiş, hocaların da işine geliyor olmalıydı ki, Nail Dural’a destek verdiler. Gerekçe; seminerler hocalara ilave yük getiriyordu ve hocalar yoruluyorlardı ve de asıl görev yerlerinde verimleri düşüyordu. Maalesef izin döneminden sonra oldukça verimli geçen yaygın eğitim seminerler dizisine son verildi. 

Haftanın birinde, ‘Balık Kavağa Çıkar mı?’ üst başlığı altında bir seminer verdim. Alt başlık şöyleydi; ‘Sarığını, Sakalını, Şalvarını Put Yapanlar’. Konu ilginçti, ilginç olduğu kadar da hassas. Herkes dikkatle dinledi. Özeleştiri yapıyordum. ‘Balığın kavağa çıkması mümkün değildir. Öyleyse sizlerin de, sarığı, sakalı ve şalvarı İslam’ın sembolü olarak savunduğunuz sürece, insanlara gerçek İslâm’ı anlatmanız mümkün değildir.’ anlamında bir konuşmaydı. Seminerin sonunda katılımcılardan beğeni aldım. Tebrik ettiler, cesaretime hayran kaldılar, cesaretime cesaret kattılar. Niçin böyle bir konuyu seçmiştim: Çünkü Mevlana cemaatinden bazı kişiler bir araya geldiklerinde; Mevlana Camii’ne gelen kaç kişinin şapkasını nasıl kestiklerinden ve kaç kravatlı adamı camiden nasıl kovduklarından bahsediyorlardı. Marifetmiş gibi de bu yaptıklarıyla övünüyorlardı. Bunu din adına ibadet aşkıyla yapı-yorlardı. Samimiydiler aslında, yaptıklarından dolayı sevap kazanacaklarına inanıyorlardı… Hocalar öyle anlatmışlardı onlara, İskilipli Atıf Hoca’nın şapka giymediği için idam edildiğinden bahsedilmişti onlara, kılık kıyafet devrimlerinden nefretle bahsedilerek o insanlar pimi çekilmiş el bombası haline getirilmişti.

Cesaretim artınca, seminerlerimin birinde de Atatürk’ten bahsettim, Atatürk’ün asker olarak elde ettiği başarılardan bahsettim, Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünden bahsettim ve bugün olsaydı mutlaka Milli Görüşçü olurdu dedim(1987). Atatürk düşmanlığının teşkilata bir getirisinin olmayacağından bahisle yapılan yanlışların altını çizdim. Kâmil Bayram kalktı ayağa ve ‘Seni şiddetle kınıyorum!’ dedi… Destekçileri de vardı, tartışmalı bir seminer oldu. Anlatmak istediğimi anlayanlar yeteri kadar vardı, seminer amacına ulaşmıştı. Kâmil bayram Üniversite öğrencisiydi, yakışıklı bir delikanlıydı, sakalı da vardı. Aynı zamanda cesaretliydi. Haldun’un da kıymetlisi. Çok sonraları yaptığı hatayı anlamış olmalı ki, geldi ve benden özür diledi. 

Yaptığı hatalardan dolayı özür dileyenlerden birisi de Zülküf Ayık’tır. O da Almanya Türk Televizyo-nu’nda (TFD) reklam müziği olarak yayınladığım sambadan dolayı beni tehdit etmişti Berber İbra-him’in dükkânında. Milli Görüş’ün televizyonunda böyle bir müzik çalınamazdı, derhal o reklam yayından kaldırılmalıydı… Ufak tefek birisiydi ama cesaretliydi. Şimdilerde bu gençlerden yok veya çok az var. En azından tepkilerini koyuyorlardı ortaya, onların hatası heyecanlarını yanlış yerlerde kullanmalarıydı, akıllarını kiraya vermeleriydi, akıllarını kullanmaları gerektiğini öğrenince, eğitilince yollarını bulacaklardı, buluyorlardı da, taşkınlık yapmıyorlardı. Şimdiki gençlerde sorumluluk duygu-su yok, üretken değiller, tepkisizler, uyur- gezer gibi dolaşıyorlar ortalıkta…

Benzer bir eğitim seminerine Mahmut Gül’ün bölge başkanlığı zamanında Hilal Spor Kulübü’nde baş-ladım. Genel Merkez’de ikinci kez işime son verilince Berlin’e gelmiş ve tekrar pazarcılığa başlamış-tım, bu kez çocuk tekstili satıyorum. Sermayeyi Crazyboy Tekstil verdi, sahibi Altunay Gülen. Malları satıyor ve parayı getiriyordum. Satamadığım mallar bende kaldığı için borç birikiyor ve beni sıkın-tıya sokuyordu, sermayesiz ticaretin olamayacağını anlamam çok sürmedi. Sürmedi de yapacak başka bir şey yoktu. Çaresiz o pazar senin bu pazar benim tam 5 sene koştum durdum Almanya’nın o keskin soğuklarında semt pazarlarında. Böbreklerime zarar vermeye başlayınca bıraktım pazarcı-lığı. Bıraktım da yine kaldım işsiz güçsüz ortalıkta. Sami Aydoğdu ikinci kez elini uzattı. O güne kadar hep karşı çıktığım ve eleştirdiğim bir iş, holding temsilciği. 3 ay yaptım o beğenmediğim işi. Kendim ortak olmadığım bir holdinge başkalarını ortak yapamazdım, ilk iş olarak Türkiye’deki kooperatif aracılığıyla zor-zar yaptırdığım evimizi sattım ve holdinge ortak oldum. Kar payı dahi alamadan, 2000 yılında holdingler tarih oldu. Paramız da tarih oldu holdingle birlikte. Böylece evim de gitmiş oldu. Çaresiz kalınca bazı şeyleri yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu durumda insanlar, sizin çaresizliğinizle ilgilenecekleri yerde yaptığınız işle ilgileniyorlar ve sizi dedikodu malzemesi olarak kullanıyorlar. 

Pazarcılığım devam ederken Hilal Spor Kulübü’nden teklif aldım. Teklifin sahibi Erol Aydın ve Hatem ceylan (Allah rahmet eylesin). Kulübün başkanı Zeki Bina(Allah rahmet eylesin).. O da destek ver-miş arkadaşlara. Milli Görüş Berlin Bölgesi’ne rağmen yapılmış bu teklif bana. Çekincelerimi söyledim gençlere. ‘Arkanızda duracağız hocam., merak etme sen.’ dediler. Cumartesi günleri saat 20:00’ de başlıyordu seminerler ve ucu açık olarak devam ediyordu. Tıklım tıklım doluyordu kulüp. Beni orada da rahat bırakmadı Milli Görüş’ün o saygıdeğer(!) yöneticileri. Bazen Nail Dural, bazen Koçyiğit Hoca, bazen de Genel Merkez’den gelenler misafirlerimiz oluyorlardı. Raporlar tutuluyor, gerekli mercilere gönderiliyordu. Gençler baskıya 6 ay dayanabildiler. İzin sezonundan sonra seminerler iptal edildi. En ufak bir ücret almadan devam ettirdiğim seminerlerdi bunlar. Sermaye engel oldu çalışmalarımıza. Parayı veren düdüğü çaldı. Nail Dural’ın ve Mahmut Gül’ün de başları böylece göğe değdi sanırım. Kifayetsiz muhterisler… 

Hasır Restoran’da yemek

Berlin’de yemek yiyebileceğim ciddi bir restoran yoktu o günlerde. Benim bildiğim, cemaatin gittiği Elif Restoran vardı. Üç ortaktılar. Sahipleri iyi insanlardı, saygılıydılar, gayretliydiler. Berlin’de oturum almam konusunda bana çok yardımları olmuştur. Onlar beni, ben de onları severdim, hâlâ severim. Ancak, iyi insan olmak iyi aşçı olmak anlamına gelmiyor. Yemekleri ahım şahım değildi.  İzmir’in, Denizli’nin yemekleri nerede, Elif Restoran’ın yemekleri nerede… Alışamadım o yemeklere. Tadı-tuzu yok, yağlı, ızgarası bile zevkle yenilmiyor, bazen yanık, bazen de kuru oluyordu. 
Zaman zaman sonradan keşfettiğim Hasır Restoran’a gitmeye başladım. Türkiye’yi tutmasa da Elif Restoran’dan çok daha lezzetli yemekler pişiriyorlar. Bilhassa, işkembe ve mercimek çorbası hoşuma gidiyordu. Benim Hasır Restoran’da yemek yemem dedikodu malzemesi yapıldı. “Hüdaverdi Hoca Hasır Restoran’da yemek yiyormuş…” O zamanlar Hasır Restoran’da yemek yemek, domuz eti yemek gibi algılanıyordu. İcra heyeti toplantısına getirdiler konuyu. Milli Görüşçü birisi Hasır Restoran’da yemek yiyemezdi, hele hocaysa hiç yiyemezdi. “Ehl-i Kitap bir ülkede kesilen hayvanlar yenir, bu konuda Kur’an amirdir” desem de faydası olmadı. Derenin üst tarafında oturanlar suyun benim tarafımdan bulandırıldığını söylemekte ısrar ediyorlardı. ‘Ben suyun alt tarafındayım sizlerin suyunu nasıl bulandıracağım?’ desem de derdimi anlatamadım. Bir daha böyle bir şikâyetin kendilerine gelmemesini temenni ettiler uhuletle ve suhuletle. Aba altından sopa gösterdiler yine… 
Gel zaman git zaman, ben Nail Dural’ı, Paşa Güven ve Ertan Taşkıran’la birlikte Avrupa Center’in altında Amerikan Tavuğu(Kentucky Fried Chicken) yerken gördüm. İcra kuruluna getirdim olayı, ‘Amerikan tavuğu yemek helal midir?’ diye sordum. Ancak, sadece sormuş oldum, kimse ilgilenmedi onların yediği tavukla, ciddiye alan bile olmadı. Çifte standardın böylesine de şahit oldum… Hüdaverdi Hoca yerse haram, Nail Dural yerse helal, yersen yani…

İslâmî İlimler Okulu Müfredatı

Haldun Algan ‘İslâmî İlimler Okulu’nun yeni öğretim yılına hazırlanması için toplantı yapalım’ Dedi. Fikri Emanet Hoca’yı da davet etmiş Dortmund’dan. Yeni öğretim yılında öğretmen olarak o da görev yapacakmış okulda. Toplantıyı benim o bir odalı evde yapıyoruz. Haldun toplantıyı açtı. Okulda hangi dersler okutulacak, kaç saat okutulacak ve bu dersleri kimler verecek, müfredat programında hangi konular yer alacak, bunları anlatıyor. Öğretmen olan biziz, uzman olan biziz, hangi derslerin okutulacağına karar veren ise Haldun, değil karar vermek, müfredatı belirleyen bile Haldun. Demek ki insan bölge başkanı olunca bir anda her konuda uzman olabiliyor. 
Fikri Emanet söz aldı; ‘Öğretmen ben miyim yoksa siz misiniz? Bizlere sorup fikrimizi almanız gerekirken hep siz konuştunuz ve ben sadece dinledim, bu durumda sizinle çalışmam mümkün değil.  Öğretmen değilsin, konunun uzmanı değilsin, kalkıyorsun bize eğitimin nasıl olması gerektiğini anlatıyorsun!” dedi ve toplantıyı terk etti. İlk defa gördüğüm birisi, hatır için söz söylemiyor, sözünü de esirgemiyor. Menfaat için kafa sallayanlardan değil. Keşke kalsaydı okulda da birlikte çalışsaydık dedim içimden. Sonradan kendisiyle dost olduk, hâlâ haberleşiriz, dertleşiriz…

Toplantı bitti, iş başa düştü, hazırda bir müfredat yok, hemen müfredat hazırlığına girişmeliydim ve giriştim. Kısa sürede müfredatı hazırladım. Kayıtlar yapıldı ve okul açıldı. Öğrenciler hep erkek, kız öğrenci yok. Sebebini sordum, ‘Kadın hocamız yok, erkek hocalar da kızlara ders veremeyeceği için kız öğrenci almıyoruz.’ dediler. Bu konuyu tartışmak için tek gündemli bir toplantı düzenlenmesini istedim. Kabul edildi. Bölgede görev yapan bazı hocalar ve bölge yönetim kurulu toplantıda hazır oldular. Sunumu Ali Kemal Saral hocamız yaptı. Hoca, emekli müftü, 1.50 boylarında, hoş sohbet birisiydi. Yakup Taşçı’nın oğlu Tahir: “Hocam bir adam var, 20 katlı bir binanın ancak 10. katına kadar çıkabiliyormuş sebebi nedir? diye sormuş. Anlatırdı da gülerdik. (Allah rahmet eylesin) 
Sunumdan sonra fetvayı da verdi Ali kemal Saral: “Erkek hoca, kız öğrencilere ders verebilir, dinen bir sakıncası yoktur. Ancak kadın hocanın olması tercih edilir.”

Heyet fetvayı kabul etmedi. Mahmut Gül şiddetle karşı çıktı. Saygı sınırlarını aşan tonda konuşuyor ve Ali Kemal Hoca’nın fetvasını reddediyordu, başında ter burçak burçak. Hoca değildi, kaportacıydı ama din adına fetva verebiliyordu, oldukça cesurdu, ne de olsa başkan yardımcısıydı. Başkan her konuda uzman olur da yardımcısı uzman olamaz mıydı? 

Hocalardan bazıları da dâhil olmak üzere çoğunluk Mahmut Gül’ü desteklediler. Biz birkaç kişi kaldık Ali kemal Hocamızın yanında. Teklif reddedildi. 2 sene sonra Mahmut Gül’ün kızı Ankara’da Hamidiye Koleji’ne okumaya gidince sordum; ‘Mahmut, senin kızın öğretmenleri hep kadın mı?’ 
‘Hayır’ dedi. 
‘Peki, haram değil mi erkek hocalardan ders alması’?  Kendisini haklı çıkaracak savunma yaptı yapmasına da, kimse onun savunmasına prim vermedi. Dolayısıyla, ertesi sene biz de İslâmi İlimler Okulu’na kız öğrenci almaya başlayabildik. 

Mahmut Gül aslında babacan birisidir. Bana çok yardımları dokunmuştur, zaman zaman fikirlerimi desteklediği bile olmuştur. Bir sene boyunca 3 ayda bir Avusturya’ya vize için gidip gelirdim Muzaffer Şahin’le birlikte. Her gittiğimizde onun arabasıyla giderdik Avusturya’ya. Ayrıca cömert birisiydi. Haldun ve Nail’in yörüngesinden çıkabilseydi Berlin’e yararlı hizmetler yapabilirdi. 

İzine gidiyorum

İzin zamanı gelmiş, herkes yol için hazırlık içinde. Ben de hazırlıklara başladım. İzine gidiyorum.  Kâbus gibi üzerime çöken olayların kaynağı olan Milli Görüşçülerden uzaklaşmam gerekiyor. Bavulumu hazırladım, eşim ve çocuklarım için hediyeler aldım, hemşerim Paşa Güven’e uğradım, babasına ulaştırmam için bir paket verdi, ilaç varmış içinde. Kayınbabamın dostudur Paşa Güven, seçim çalışmalarında tanıdım onu, O Demokratik Parti için ben Milli Selamet Partisi mücadele ettim Denizli’de. 

Oldukça heyecanlıydım, sevdiklerime kavuşacaktım. Uçak, Schönefeld Havaalanı’ndan havalandı. O zamanlar Türk Hava Yolları’na Tegel Havaalanı’ndan uçuş yasağı vardı. Atatürk Havaalanı’na iner inmez polisler aldı beni. ‘Bizimle karakola kadar geleceksiniz’. ‘Niçin?’, ‘Neden?’ sorularına cevap alamadan koluma çoktan girdiler. ‘Bavullarımı almam lazım.’ dedim, ‘Biz alır getiririz.’ dediler. Önce havaalanında biraz tuttular, bu arada eşyalarımı getirdiler ve doğru Terörle Mücadele Şubesi’ne. Yolda konuşuyorlar telsizle; ‘Nasıl birisi, sakallı mı sakalsız mı?’ 
Ayakkabımın bağcığını, kemerimi, sigaramı, çakmağımı aldılar ve penceresi olmayan bir odaya koyuverdiler. Oturmak için bir tane sandalye var bir de küçük bir masa. Daldım derin düşüncelere ne olabilirdi bu apar topar alınmamın sebebi, üzerinden altı yıl geçmişti ama buna rağmen 80 İhtila-li’nin artçıları olabilir miydi? diye düşünürken birisi içeriye girdi. 
‘Kimsin sen? Ana adın, baba adın, doğum tarihin, tahsil durumun, evli misin bekar mı…? Berlin’de ne işin var, adını neden değiştirdin? Vakıf Camii’nde yaptığın konuşmalarında Atatürk’e niçin hakaret ettin? Atatürk düşmanı mısın? Paşa Güven’i nereden tanıyorsun? Doğu Almanya’da ne işin vardı? İşin rengi anlaşıldı, belli ki hakkımda şikâyet var. Berlinliler beni çok sevmiş olmalılar ki, izinde bile yakamı bırakmıyorlar. 

Herhalde verdiğim cevaplar hoşlarına gitmedi, aniden peş peşe bir kaç yumruk geldi ve ben sandalyeden aşağıya, kalktım bir daha, bir daha… “Batı Berlin’de yaşıyorum, Türk Hava Yolları oradan uçamadığı için Schönefeld Havaalanı’ndan uçtum, ben Atatürk düşmanı değilim, Paşa Güven de benim hemşerimdir, THY’nin Berlin müdürüdür…” dediysem de kâr etmedi. Aşk ile bir daha… O gitti. Biraz sonra başka biri geldi ve aynı soruları tekrarladı ve aldığı cevaplar onu da tatmin etmeyince vurmaya devam etti… O gidiyor bir başkası geliyor derken artık sorulara cevap veremez hale geldim. M.T.T.B başkanı olduğum sırada(Denizli) Birinci Şube Müdürü Orhan Işıklar canı sıkılınca bizleri nezarete atardı ve bazen bir gece orada kalırdık, bazen de bir arkadaşımız Vali Münir Güney’e du-rumu iletir ve hemen dışarı çıkarılırdık. Dayak falan olmazdı. İstanbul’da Münir Güney yoktu tabii…
Ertesi sabaha kadar o betonun üzerinde yattım, sabah birisi daha geldi. Ben dayak faslı tekrar baş-layacak diye dayağa konsantre olmaya çalışırken, müjdeli bir haber verdi; ‘Ben Paşa Güven’in eniştesiyim’ bir yanlış anlaşılma olmuş, şimdi çıkacaksın ve ben seni otobüs terminaline kadar götüreceğim’  Sevindim. Yediğim yumrukların acısı bile birden yok oldu sanki. Peki, nedir mesele, niçin aldınız, niçin bırakıyorsunuz? ‘
Uçaktan alınma sebebin, şikâyet var hakkında. Valizinden Paşa Güven ismi de çıkınca işin rengi değişmiş. Bir Paşa Güven daha var ve terörist, isim benzerliği olduğu anlaşıldı ve seni bırakıyoruz’. 

Karakola alınış sebebimin Paşa Güven olmadığı anlaşıldı. Uçaktan alınış sebebi, güya Atatürk aley-hinde konuşmuş olmam ve müstear isim kullanmam, Hüdaverdi Nebioğlu, iddia bu. Kimlerin ihbar-da bulunabileceği aşağı yukarı belliydi, belliydi ama elimde delilim yoktu ve ben o dayağı yediğimle kaldım. 

İslâmî İlimler Okulu Öğrenci gezileri

İzin dönüşü kolları sıvadım, öğrenci sayısını artırmam lazımdı. Bana isimleri verilen velileri akşam-ları tek tek dolaşıyorum, onlarla sohbetler ediyorum ve çocuklarını İslâmî İlimler Okulu’na kaydettirmelerinin öneminden bahsediyorum. Öğrencilerden ilahi grupları oluşturdum, 10 dakika kadar konuşabilecekleri vaazlar hazırlattım onlara, camilerde programlar yapmaya başladık. Berlin, İslâmî İlimler Okulu’nu konuşmaya başladı. Bir de gezi düzenledik, iki minibüs ve bir taksi ile yola çıktık. Hacı Gün, Mustafa Tunç (Derviş Mustafa) ve Muhittin’in babası şoförlerimiz. Fransa, Hollanda, Belçika, dolaştık geldik. Milli Görüş Teşkilatları’nın misafirhanelerinde kalıyorduk. Paris’te bizden fazla hoşlanmadılar. Yemeğimizin içine müshil ilacı koymuşlar, Derviş Mustafa o çocukları sabaha kadar tuvalete taşımış. Ben de misafir olduğum Hacı Gün’ün amcasının evinde öğrencilerle aynı kaderi paylaştım. Bu olaydan sonra Paris’i hızlıca gezdik ve hemen sonra terk ettik. Okyanus kena-rından Hollanda’ya doğru yola çıktık. Yolumuz semt pazarına düştü, domates, biber, soğan, ekmek, biraz meyve, peynir ve içecek aldık. Değişik bir uğraş oldu, çocuklar için de ilginç oldu. Onlar da kendileri için alışveriş yapmışlar. Niyetimiz açık havada Okyanus kenarında uyumak. Sahilden de-vam ettik ve Okyanus’a iyice yaklaştık, Fatih’in atını denize sürdüğü gibi biz de Okyanus’a doğru doğrulttuk araçlarımızın burnunu, çocuklar için müthiş bir eğlence oldu. Birbirlerine sular serperek, kumdan kuleler yaparak eğlendiler. 
Bu arada derviş Mustafa sofrayı hazırlamış, çayı demlemiş, çağırıyor, “haydin sofraya.” Ellerimizi yıkadık ve toplandık o yer sofrasının etrafında. Adeta saldırdık sofraya, güle oynaya yedik yemeklerimizi, ne var ne yok süpürdük. Gün batımında çayımızı da içtik. Fıkralar anlatıldı, ilahiler söylendi, şarkılar okundu. Geç vakitte ancak uyuyabildik. Okyanusun hemen kenarında ayakkabılarımızı yastık etmişiz, çekmişiz üzerimize battaniyelerimizi, dalmışız derin uykulara. 
Derviş Mustafa’nın çığlığıyla uyandık. Baktık ki, “Deniz üzerimize üzerimize geliyor, boğulacağız, çabuk olun, haydi, haydi.” Apar topar atladık arabalara, sahilden uzaklaştık ve seyre koyulduk Okyanusu, yanımıza kadar gelip durdu. Aman Allah’ım o ne müthiş bir heyecandı öyle. Böylece okul kitaplarında okuduğumuz Med- Cezir dedikleri olayı canlı olarak seyretmiş olduk. Meğer biz çadırı  Okyanusun çekildiği yere kurmuşuz. Derviş erkenden kalkıp olan biteni fark etmeseymiş, okyanus balıklarının kahvaltı sofrasında yerimizi alacakmışız.

Olayın şokunu üzerimizden attıktan sonra,  Hacı Gün topladı öğrencileri, başladı o gece gördüğü rüyasını anlatmaya: “ Rüyamda Derviş Mustafa beni uyandırdı, sabah namazını kılıyorum, baktım deniz üzerime üzerime geliyor, namazı bırakmak ve orada bulunan çocukları kurtarmak için koşmak istiyorum koşamıyorum, sanki ayağım yere çakılmış gibi, kan ter içindeyim, neredeyse boğulacağım, çaresiz kaldım, ümidimi yitirdim, kendimden ziyade o çocuklaradır feryadım. Derken Derviş Mustafa peyda oldu, denizin üzerinden koşarak geliyor, önce çocukları aldı denizden teker teker, sonra da beni. İşte tam bu sırada Derviş’in çığlığıyla uyandım.” Bu rüya derviş Mustafa’yı çok duygulandırdı, geldi Hacı Gün’ün boynuna sarıldı, o dehşet anı yerini hüzne bıraktı, hepimiz duygulandık. Rüya gerçek miydi, yoksa dervişi onurlandırmak için mi anlatılmıştı orasını öğrenemedik, ancak o olaydan sonra ekipteki herkes birbirine karşı daha nazik davranmaya başladı, Paris Camiindeki o müshil olayından sonra, hepimizin morale ihtiyacı vardı. Med-Cezir olayı ihtiyacımız olan moralin katbekat fazlasını verdi bize…Berlin’de anlatacağımız sıra dışı bir hatıramız vardı cebimizde. Önce Hollanda, sonra da Belçika. Hatıralarla dolu müthiş bir gezi oldu. Aynı zamanda ilk ve son gezi… 

ATT televizyonu

Nevzat Özpelitoğlu’nun teşvikiyle Avrupa Türk Televizyonu’nda (ATT) dini programlar yapmaya başladım. Deniz Olcayto (Allah rahmet eylesin), Adnan Gündoğdu ve Enver Canoğlu ile orada tanıştım. O zamanlar Berlin’de yerel bazda yayın yapan 2 televizyon daha vardı. BTT ve TD1. 
Bana televizyonda, din sohbetleri yapmam teklif edildi. Zaman 3 dakika. Belli ki bu program Nevzat ve Enver Canoğlu’nun hatırına binaen yapılıyordu. Deniz Olcayto biraz endişeliydi; bu endişesi be-nim anlatacaklarımdan mı kaynaklanıyordu yoksa dine olan olumsuz tavrından mı? Anlayamadım, zamanla anlaşılacaktı zaten, üzerinde de durmadım. Tamam, yapalım dedim ve besmeleyi çektim. 3 dakikalık o yayın o kadar beğenildi ki, yayından sonra telefonlar susmadı. Bu durum Deniz Olcayto’nun çok hoşuna gitti. Reytink meselesi. Yüzünde güller açıyordu, yayınla ilgili teklifler getirmeye başladı ve zamanla  o 3 dakika 30 dakikaya kadar uzatıldı. 

Din programı Cuma Sohbeti adı altında cuma günü yapılıyordu. Program, üzerine doğa görüntüleri, cami görüntüleri bindirilerek, alttan verilen fon müzikleriyle çekici hale getiriliyordu. Önce Kur’an’dan bir bölüm okuyordum, sonra mealini veriyordum, sonra bir ilahi veya şiir, daha sonra da güncel ihtiyaçlara göre hazırladığım bir konuşma yapıyordum. İlahileri İslâmî İlimler Okulunun öğrencileri okuyorlardı. Çocukların o masumiyeti Berlinlileri büyülüyordu adeta. Berlin onları çok sevdi. Böylece benim de popülaritem arttı, yolda, pazarda camide beni görenler aaa bu Hüdaverdi hoca değil mi? Demeye başladılar. Öğrenciler ve aileleri mutluydular ve öğrenci sayımız seksene geldi dayandı. 
Mustafa Genç, Mehmet Kaçar, Ali Kemal Saral, Nail Dural, Hidayet(Necmettin) Kaya, Yakup Taşçı, Mehmet Bıyıklı İslâmî İlimler Okulu’nda ders veren öğretmenlerimiz arasındaydı. 

Devam edecek

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.