AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (IX-9)

ABONE OL
18:10 - 01/10/2020 18:10
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (IX-9)

-Ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiği-nin hesabı sorulacaktır.-

Dosyalar ve seminerler 

İlk dosya  “RECM”

Çalışmalarımı hızlandırdım, ihtiyacım olan kitapları odama taşıdığım için gece geç saatlere kadar çalışarak ilk dosyamı hazırladım. Dosyanın adı “Recm dosyası.” İslâm’da taş atarak insanları öldür-menin olamayacağını anlatan bir dosya. Zina eden kadın ve erkeğe verilen ceza belli iken, ayeti yok sayarak uydurma hadisler üzerinden hareketle zina eden kadın ve erkeğe ölüm cezası vermenin İslâm ile alakası olmadığını anlattım bu dosyada. 
Dosyayı icra kurulu üyelerinin posta kutularına attım. Ertesi gün, O.Yumakoğulları ve Abdullah Yük-sel ile dosya üzerinde çalışma yapıyorduk. Elinde malum dosya ile Sefer Ahmetoğlu (Malak) (Allah amelince muamele eylesin) çalışma yaptığımız odaya girdi ve Yumakoğulları’na yönelerek, ‘Bu dos-ya ikinci ‘cem’alettin Kaplan hareketinin başlangıcıdır, derhâl Rüştü Hoca’nın Genel Merkez’den gön-derilmesi gerekir.’ dedi.  
Oturması istendi, oturmadı, dosyayı masaya atarak odayı terk etti. Gelecek ilk icra kurulu toplantı-sında dosya konusu gündeme alındı ve tartışıldı, daha sonra fetva heyetiyle yapılan ilk toplantının da konusu “Recm Dosyası” idi. Fetva Heyeti salonun bir ucuna, icra kurulu üyeleri öbür ucuna otur-dular, ben de kapıdan girişte hemen soldaki masaya. Oturuş şekli benim sanık masasında olduğum algısını veriyordu ama olsun benim amacım inandığım konuları verilen bu fırsatla fetva heyetine anlatmaktı.

Ben söze, Recm konusunun televizyonlarda, gazetelerde bazı İslâm Ülkelerinde yapılan uygulama-larla sıklıkla gündeme getirildiğini, dolayısıyla Avrupa’da yaşayan Müslümanlara da sırf bu tür uygu-lamalardan dolayı vahşi, cani ve kadın düşmanı olarak bakıldığını anlatarak başladım ve bu algının yıkılması için Recm konusunun İslâm ile alakası olmadığının, camilerde anlatılması gerektiğini söy-leyerek başladım: “Recm (Taşlayarak öldürme) Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e fatura edilen en bü-yük yalandır. Bu yalanla Kuran’ın ayeti iptal edilmeye çalışılmış ve dine taşlayarak öldürme gibi bir ilave yapılmıştır. Fakat asıl dehşetli olan şudur ki; İslâm’a dost olmayanlar Recmi; yani zina edeni taşlayarak öldürmeyi Kur’an’a fatura edebilmek için,  Kuran’ın eksik olduğunu, aslında Recm ayeti-nin var olup, bu ayetin keçi tarafından yenilip yok edildiğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir. 
Oysa zina yapmanın cezasının ne olacağı Kuran-ı Kerim’de açık bir şekilde belirtilmiştir. Kuran’da açıkça belirtilen bir konuda Kuran’ın bu hükmü ile çelişen bir hüküm ortaya atmak Kur’an’a rağmen yapılan bir açıklamadır.

Ayet şöyledir: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin ciltlerine yüz vuruş vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini konusunda bunlara acıma duygusu sizi ya-kalamasın. Müminlerden bir grup da bunların cezalarına tanık olsun.” (24-Nur Suresi 2) 

Bu ayette zinanın cezasının yüz celde olduğu bildirilmiştir. Arapça‘da “celde” kelimesi deriyi bile incitmeyecek bir vuruş manasındadır. Bu ceza için Arapça ’da “asa, minsee” (sopa, değnek) kelime-lerinin geçmemesi, ayette bir grubun bu cezaya şahitlik etmesinin istenmesi, suçlunun canını acıt-maktan çok toplum önünde teşhir edilerek cezalandırılmasının hedeflendiğini gösterir.” 

Uzunca bir tartışmadan sonra Fetva heyeti, keçinin yediği ayete ve uydurma hadislere itibar etti, Nur Suresi’nin ikinci ayetine ise itibar etmedi. “Bizler ayetleri anlayamayız” diyerek konuyu kapat-mayı yeğlediler. “Nerede olduğunuzu bilmezseniz nereye gideceğinizi tayin edemezsiniz” der ünlü düşünür Muhammed İkbal. 

İcra kurulu üyelerinden Hasan Özdoğan ve Mehmet Erbakan, Alman basınında Milli Görüş ile ilgili çıkan yazıları, Milli Gazete ’den yapılan alıntıları ve değerlendirmeleri zaman zaman kurula getirir-lerdi ve hocaların, yaptıkları konuşmalara dikkat etmeleri gerektiğinin altı çizilirdi.  Milli Gazete’nin de yayınladığı yazılara dikkat etmesi gerektiği aynı endişelerle söylenirdi. Ancak sadece söylenirdi. İrşat başkanları ve cemiyet başkanları dikkat çekilen bu konularda hassas davranmazlardı. 

Fetva heyetinde ve bazı başkanlıklarda görev yapan kifayetsiz muhterisler, yaptıkları yanlışlıklarla Milli Görüş Teşkilatları’nın, Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın listesine eklenmesine vesile olmuşlardır demek yanlış olmaz. Köpeksiz köy bulduğunu sanarak değneksiz dolaşmanın sonucu böyle bir şey olsa gerektir. 
Velhasıl Fetva Heyeti ile yapılan ilk toplantıydı bu, oldukça hararetli tartışmaların olduğu bir toplan-tıydı oldu. Ben mutluydum. Çünkü düşüncelerimin icra kurulunun önünde, fetva heyetiyle tartışılma-sı çok önemliydi. Bu toplantılarda elde edilecek olan olumlu sonuçlar bütün Avrupa ülkelerinde uy-gulama alanı bulacaktı. Avrupa’daki Müslümanların yaşamlarını kolaylaştıracak olan ilk adımlardı bunlar. Kur’an kaynaklı ilmihal bilgilerini Avrupa’daki Müslümanlara ulaştırabilmenin ilk adımları. İkinci toplantıda buluşmak üzere toplantıyı sonlandırdık.

İlk seminer “Namazların ‘cem’ edilerek kılınması ve Ayaklara mesh” 

Bölge başkanları ve bölge kadın kolları toplantısındayız. Bu toplantı Köln yakınlarında bir otelin salo-nunda yapıldı. Hotel Zum Forellenwirt Overath. Önce teşkilat çalışmaları yapıldı, sonra sıra benim vereceğim seminere geldi. İlk seminerimi veriyorum, aslında heyecanlıyım da. Milli Görüş’ün “A” takımının huzurundayım. 
İcra kurulu tarafından böylesine önemli bir konuyu anlatmak için bana imkân verilmesinden dolayı duyduğum mutluluğu söyledim ve icra kurulu üyelerine teşekkür ettim. Sonra da cem konusunun seminer konusu olarak seçilmesindeki gerekçeleri anlattım: “Sayısı zaman zaman 10.000 ne hatta 30.000 ne ulaşan toplantılar, genel kurullar yapıyoruz. Toplantılarımız akşama kadar devam ediyor. Toplantı süresince en az üç vakit namaz kılmamız gerekiyor, bunun için de üç kez abdest almak gerekiyor. Toplantı bittikten sonra lavaboların olduğu taraflar pislikten geçilmiyor, kâğıtlar yerlere atılıyor, abdest almak için ayaklar yıkanırken sular dışarıya sıçrıyor, bu sular kâğıtlarla birleşince ve üzerine de basılınca oralar çamur deryasına dönüşüyor. Tuvaletlerde de aynı sıkıntı oluyor. Müslü-man olarak iyi bir intiba bırakmıyoruz arkamızda. Salon sahipleri sırf bu yüzden salonlarını ikinci kez bizlere vermek istemiyorlar.
Öte yandan karayoluyla izine gidiyoruz, yollar tekin olmuyor, namaz kılmak ve abdest almak sıkın-tılı olabiliyor, bilhassa bayanların abdest alması sıkıntılı olabiliyor. Eğer namazları cem ederek kılar-sak o salonda bir kez namaz kılmış ve bir kez de abdest almış olacağız. Abdesti alırken ayağımızı da mesh edersek, sıkıntılar önemli ölçüde azalacaktır. Bu açıklamalardan sonra gelelim cem konusu-na… 

Sunumuma daha başlamadan itirazlar başladı. İlk itiraz Malik Akbaş(Allah rahmet eylesin)’tan geldi. Akbaş Milli Gazete’nin ve Kanal 7’nin Avrupa Müdürü idi. Onu destekleyenler de oldu. Derken salon-daki sessizlik yerini, bir anda ne söylendiği belli olmayan gürültüye bıraktı. Osman Yumakoğulları duruma el koydu ve salonu yatıştırdı. Önce benim ne söyleyeceğimin dinlenmesi ve yapılacaksa itirazların ondan sonra yapılması gerektiğini söyledi. Salon yatıştı ama bundan sonraki anlatacakla-rımın dinleneceğinden ben emin değildim. Yumakoğulları bana dönerek ‘Buyur Rüştü Hocam, ko-nuşmanı tamamla’ dedi.  Salonda gözlerimi şöyle bir gezdirdim ve başladım anlatmaya: 

Namazlarda ‘cem’

Öğle namazı ile ikindi namazını/ akşam namazı ile de yatsı namazını, birbirlerinin vakitleri içerisinde birleştirerek kılmaya “‘cem’” denir. Taktim ve te’hir mümkündür, şöyle ki: Öğle ile ikindi namazı, namaz kılanın zaruretine göre öğle namazının vaktinde birlikte kılınabileceği gibi, öğle te’hir edile-rek ikindi namazının vakti içerisinde de birlikte kılınabilir. 

İkindi öne alınarak öğle ile birlikte kılındığı zaman ‘cem’’i takdim, öğlenin te’hir edilerek ikindi ile birlikte kılınmasına ‘cem’’i tehir denir. Akşam ile yatsı namazı da, namaz kılanın zaruretine göre aynı usulle takdim ve tehir yapılabilir. Peygamberimiz; yolculukta da normal zamanlarda da ‘cem’ uygulamasını yapmıştır. ‘cem’ yapılmasına sebep olan şey (illet), meşakkattir denilmiştir. Meşakka-tin ‘cem’ sebebi olduğunu Şafii, Malikî ve Hambelî Mezhepleri kabul etmişlerdir. Hanefî mezhebi de meşakkatin ‘cem’ sebebi olduğunu kabul etmiştir. Ancak; sadece Arafat ve Müzdelife’de geçerlidir demiştir. 

Oysa peygamberimiz; meşakkati olduğu zaman da, görünürde hiçbir mazereti olmadığı zaman da ‘‘cem’ ederek namazlarını kılmıştır. Burada karar sahibi olan, Müslüman bire-yin bizzat kendisidir. Durumuna göre ister ‘cem’ yaparak namazını kılar, isterse ‘cem’ yapmadan. Müslüman birey ibadetinde ve meşakkatinin tespitinde hür bırakılmıştır. İba-detin keyfiyetinin hesabı sorulacaksa; o hesap sorucu, cemaat liderleri/başkanları ve hocaları değil Sahibimiz olacaktır.   

‘cem’ uygulaması ve içtihad

‘cem’ uygulamasının içtihatla ilgisi olmaması gerekir: Çünkü, peygamber uygulaması yoruma gerek duyulmayacak kadar açık ve nettir.  Biz biliyoruz ki; içtihadın, Kur’ân’da ve sahih sünnette olmayan konular üzerinde olması şartı vardır. Muaz İbn-i Cebel’e Peygamberimizin tavsiyesi bu doğrultuda-dır. Hac zamanında, Arafat ve Müzdelife’de ‘cem’ zorunludur diğer hallerde ise ruhsattır. Günümüz şartlarında ise ‘cem’;  hem ruhsat hem de zorunluluk özelliği taşımaktadır. Şöyle ki; zamanımızda vardiya usulü çalışan fabrikalar var, büyük iş merkezleri var. Buralarda çalışan Müslümanlar var. Namaz kılmaları gerekiyor. Bu Müslümanların; başlarındaki şeflerine, amirlerine; „namaz kılacağım, müsaade eder misiniz?„ demesi, Müslüman için aşağılanma sebebi olabilir, böyle bir istek Müslüma-nın onurunun zedelenmesine sebep olabilir. Müslüman Allah’ın huzurunda kıyama durmadan önce makam ve servet sahiplerinin huzurunda kıyama durmamalıdır. Yüce yaratıcı; kulu-nun, kulları tarafından aşağılandığı bu halleriyle kendisine ibadet yapmasını sanırım istemez. Allah kulunun bu haliyle, kendisine ibadet yapmasından memnuniyet duyacak değildir. 

Çağımızda; teknik gelişmelerin getirdiği zorunluluklar (vardiya usulü çalışmak, yer altında maden işinde çalışmak, makineye bağımlı olarak çalışmak,  zaman bakımından koltuğa bağımlı olarak ça-lışmak, öğrenciler için okul v.s.), toplumsal ilişkilerin çok süratli ve yoğun olması, büyük şehirlerde ulaşım zorluğu, namazların ‘cem’ edilerek kılınmasını, sanki zorunlu kılmaktadır. 

Çağımız Müslümanları; çalıştığı zaman diliminde, kendisine verilen istirahat saatleri içerisinde “kimseden izin almadan” namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir. Veya evinden daha çıkmadan söz konu-su olan namazlardan birinin vakti girmişse, ‘cem’ ederek namazlarını kılar ve işine gönül rahatlığıyla gidebilir. Böyle bir uygulamayla Müslüman, Müslümanlık onurunu büyük ölçüde kurtarmış olacaktır. 

Öte yandan; sık sık yapılan seferler,  kalabalık salonlarda yapılan konferanslar, şölenler/ uzun mesafelerden gelerek sınırlı zamanlar içerisinde yapılan toplantılar da, ‘cem’i zorunlu kılan sebep-lerdendir. Katılımcılar ve bilhassa bayanlar için; böyle durumlarda namaz kılacak yer bulmak, ab-dest almak, sanki bir tür işkencedir. Çamuru, yağmuru, soğuğu ‘cem’ sebebi sayanlar izdihamı, kalabalığı, dışlanmayı, aşağılanmayı niçin ‘cem’ sebebi olarak saymazlar akıl almaz bir durumdur. Kalabalık toplantılardan sonra salon sahipleri ve orada çalışanlar Müslümanlara olmadık lafları söy-lemektedirler. Müslümanlar abdest alırken ayaklarını yıkayacağız diye tuvaletleri leş gibi bırakmak-tadırlar. Temizliği emreden bir İslâm var ve uygulamalarıyla İslâm’a önyargıyla bakılmasına sebep olan bir de Müslüman… 

Öyleyse ne yapalım:

1. İsteyen, arzu eden, ruhsat olarak namazlarını ‘cem’ ederek kılabilir, isteyen de kılmayabilir. Ama ‘cem’ uygulamasını yapanın yanlış yaptığını telâffuz etmek yanlış olur. 
    
2. Peygamberimize kulak verelim: „Resülullah hiçbir zaruret yokken öğle ile ikindiyi akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kıldı.„ İb. Abbas tarafından Muâz ibn. Cebel’e niçin böyle yapıldığı sorulduğun-da, Muaz İbn. Cebel: „Ümmetini meşakkate sokmak istemedi“(S.Müslim) demiştir.  
    
3. Aynı konudaki diğer Peygamber  buyruklarına da bakalım:   
•    Nese’î,  Mevâkit 47. c. 1 s. 358-359.  
•    Zad’ül Meâd, 477-481.  
•    Sahih’i Müslim/ c. 4 s. 2028-2032. 
•    Sahih’i Buharî  d. i. b. yay. s. 486-491.  
•    İbn. Arabî, Fütühat 1/ 471-473. 
•    İslâm. Fıkh. Ans. Vehbe. Zuhaylî, c. 2 s. 440

İslâm kolaylıklar tavsiye eder, zorluk tavsiye etmez. Önemli olan, Müslümanın günlük yaşamında Rabb’iyle bağlantı içerisinde olmasını sağlamaktır. Bu açıdan bakıldığında ‘cem’ ederek namaz kıla-bileceklerini ve ayakkabı üzerine veya çorap üzerine mesh yapabileceklerini Müslümanlara anlat-mak elzemdir. Dini cemaatler, mensuplarının dini yaşamlarını kolaylaştırmak için organize olmalı-dırlar. Mensuplarının sadece maddi ve manevi gücünden nemalanmak için değil. 

Özellikle şu kimseler namazları ‘cem’ ederek kılmaları elzemdir

Bir Müslümanın, işyerinde namaz kılması, siciline işlenecekse veya başka mahzurları olacaksa- bu durumu müslüman birey kendisi tayin edecektir- namazlarını ‘cem’ etmesi caizdir. Birkaç örnek daha verelim:
1.    Sağlık personelinin, namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
2.    Doktorların namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
3.    Öğrencilerin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
4.    Hasta veya yaşlılar namazı ‘cem’ edebilirler.
5.    Herhangi bir yerde abdest ve teyemmüm için zorluk varsa yer sıkıntısı varsa veya namaz kılmak için yer bulma sıkıntısı varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
6.    Güvenlik görevlisinin namazı ‘cem’ etmesi caiz olur.
7.    Dağda, gurbette, karda- kışta namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
8.    Hava limanlarında, toplantılarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
9.    Şehirlerarası yolculuklarda, Ülkeler arası yolculuklarda namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
10.    Trafik problemi olan yerlerde, şehir içinde özel arabasıyla giderken trafik sıkışıp namaz kılınamayacaksa ‘cem’ etmek caiz olur.
11.    Namaz kılarken birilerinin zarar verme ihtimali varsa, namazı ‘cem’ etmek caiz olur.
12.    Sabah erkenden işe gidecek olan müslümanın akşam ile yatsıyı ‘cem’ ederek kılması caiz olur. Günün diğer saatleri için de aynı durum geçerlidir. 

Farzın terki haramdır

Farzın terki haram, haramın terki farzdır. Dolayısıyla namazları kazaya bırakmak haram olduğu için, ‘cem’ yapılarak namaz ibadetinin sürekliliği sağlanmalıdır. 
Hiç kimsenin, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıklara karşı çıkma hakkı yoktur. Özellikle de içinde bulunduğumuz bu asırda kolaylıkların ne kadar elzem olduğu daha belirgin olarak önümüze çıkmaktadır. Çünkü biliyoruz ki, birçok Müslüman ve dindar insan sırf bu zorlamalar yüzünden Al-lah’ın buyruklarını yerine getiremiyor veya ihmal etmek zorunda kalıyor. Birçok insan iş/memur ve benzeri görevlerde bulunduklarından dolayı namaz kılma imkânına sahip olamıyor; bundan dolayı da namazı kökten terk ediyor. Oysa bizler, Allah ve Resul’ünün tanımış olduğu kolaylıkları Müslü-manlardan  esirgemeseydik, belki de bugün namaz kılanların oranı daha fazla olacaktı. 

Abdestte kolaylıklar 

Namaz kılmak isteyen Müslüman çoğu kez abdest alma konusunda sıkıntıya düşebilir. Bu sıkıntıya bağlı olarak namazın terkini bile düşünebilir. Oysa Yüce Yaratıcı ibadet etmek isteyen Müslümanın kolaylıklarla devamlı önünü açmıştır. Bu açıdan, ruhsatlar/kolaylıklar İslâm’ın vazgeçilemeyecek emirleridir. Emirleridir diyorum; çünkü ruhsat da bir emirdir. Ruhsatı terk edenlere niçin terk ettiği-nin hesabı sorulacaktır. Abdestin nasıl alınacağını Yüce Yaratıcı şöyle açıklar: “Siz ey inananlar! Namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklere kadar kollarınızı yıkayın. Başınızı ve to-puklara kadar ayaklarınızı meshedin.”(Maide /6)

Bu ayete göre Allah’ın buyruğu ayakların meshedilmesidir, yıkanması değildir. Ayakların yıkanması-na delil olacak başka bir hüküm de Kur’an’da yoktur. Belki o günkü Arap’ın ayağını yıkaması mescit-lerin toz toprak içinde kalmaması açısından tavsiye edilmiş olabilir. Fiili durum yıkamayı zorunlu kılmış olabilir, bu mümkündür. Ancak her zaman bu kuralın geçerli olduğunu söylemek ayeti anla-mamak demektir. 

Mesh 

Çıplak ayak, çorap,  sargı,  mest(bilhassa kışın ihtiyarların giydikleri ince deriden yapılmış bir ayak-kabıdır) ve benzeri şeylerin üzerine, ellerin ıslatılarak veya toprağa dokundurularak sürülmesiyle olur. İki örnek verelim: 

Fahrettin-i Razi konuyu şöyle açıklar:

“Ayette geçen “Ercülikum” kelimesini; Kıraat imamlarından İbn-i Kesir, Hamza, Ebu Amr ve Ebu Bekr’in rivayetine göre- Asım, lafzı esreyle, yani “Ercülikum” okumuşlar. 
Nafi’, İbn-i Amr ve- Hafs’ın rivayetine göre- Asım üstün (nasb) ile, yani “Ercülekum” okumuşlardır.
Ercül kelimesi esreyle, yani “Ercülikum” okunursa, o zaman Ruus’a atfedilir. Yani başın mesh edil-mesinin farz olduğu gibi ayakların da mesh edilmesi farz olur.
Eğer bir kimse: “Ercül kelimesinin esreli oluşu Ruus kelimesine matuf olduğundan değil, “cerr-i ci-var”dan dolayıdır diyorsa,  cevabında deriz ki: ” Bu doğru değildir: “Cerr-i civar” gerekçesiyle keli-meyi esreli okumak dilbilgisi açısından kural dışı bir uygulamadır ve ancak şiirlerde zaruret dolayı-sıyla bu tür garip yollara başvurulabilir. Kur’an-ı Mecid’i böyle kural dışı garip tabirlerden tenzih etmek gerekir.“

Süleyman Ateş de tefsirinde şöyle der:

Yüce Allah, abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki, bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da methedilmesini emretmiştir ki bunlar da baş ve ayaklardır. Âyette; “yıkayınız” fiilin-den sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar, yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller (dirseklerle birlikte) yıkanacaktır. “meshediniz” fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir. Bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da mesh edilecek uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenâsiptir. Şimdi “yıkayınız” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl bir tek uzvu, ikincisi ise iki uzvu (yani iki eli-kolu) gösteriyorsa, “meshediniz..” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu (yani başı), ikincisi ise iki uzvu (yani ayakları) göstermektedir. Eğer, “ercül” (ayaklarınız) tümleci “vücûh” (yüzleriniz)’a atfedilmiş (bağlanmış) olsa, bu ahenk ve tenâsüp (uygunluk) bozulur ki bu, Kur’ân’ın bilinen mucizevî ahenk ve üslubuna aykırı olur… Yani abdestte yıkanması gereken uzuvların te-yemmümde mesh edilmesi emredilmiş fakat abdestte mesh edilecek uzuvlar, meshten düşürülmüş-tür. Bu da ayakların, yıkama uzvu değil, mesh organı olduğunu kanıtlar.” (Süleyman Ateş Tefsiri, 5/6 açıklaması.)

Yusuf el-Kardavî de şöyle der: 

Kalabalık toplantı salonlarında,  yolculuklarda, acele işimizin olduğu zamanlarda, soğukta, yağmur-da; çıplak ayak, ayakkabı, bot, çorap ve benzeri şeyler üzerine   meshetmek ruhsattır/ kolaylıktır. Kur‘an’ın açık beyanı (Maide 6) ve peygamber uygulaması böyledir (Çağdaş meselelere fetvalar, Y. el- Kardavi, c. 1, s. 285,  Tahir y.  Ist. 1994) .

V.Zuhayli’den

Kadınlar başörtülerinin üzerine de mesh edebilirler. (İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, V. Zuhayli, c. 1, s. 243, Risale yay.İst.1992.)

Yarım saatte sunumu tamamladım. Osman Yumakoığulları ve Ali Yüksel sunumdan sonra bana te-şekkür ettiler. Beni onore ettiler demek daha doğru olacaktır. Bu sunumdan sonra önemli gelişme-ler oldu. Ali Yüksel öncülük yaptı ve Genel Merkez’de uygulama hemen başladı. Bölgelere de bölge başkanları ve kadın kolları temsilcileri tarafından bu seminer ulaştırılmış olmalı. Bugün gelinen nok-tadan baktığımda o gün temeli atılan çalışmalarla küçümsenemeyecek kadar yol alındığını görüyor ve mutlu oluyorum. Vesile olanlara da teşekkür ediyorum. İnsanların ihtiyacı olan konularda onların elinden tutmaktan, onlara rehber olmaktan daha mutluluk verici ne olabilir. 

Can sıkıcı bir durum

Hiç unutmadığım bir olay var. Avusturya’da cemiyet yönetim kurulu üyelerinin bir toplantısına Ya-vuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte katılmıştık. Toplantı biraz uzayınca akşam namazı için toplantıyı terekedenler olmaya başladı. Yavuz; “bir yarım sat sonra toplantıyı bitireceğiz, sabırlı olun, bizler de namaz kılacağız. Üstelik akşam namazı ile yatsı namazını ‘cem’-i te’hir ile de kılabili-riz.” deyince ismini hatırlamayacağım bir iki hoca itirazda bulundular ve akşam namazını kılmak için salonu terk ettiler. Onları takip edenler de oldu. Hoş olmayan bir manzara. Bir günlük teşkilat ça-lışmasının sonunda gelinen nokta işte burası. Can sıkıcı bir durum, ne tadımız kaldı ne de tuzumuz. Oradan Viyana’ya geçecektik ve bazı çalışmalar yaparak geriye dönecektik. Vazgeçtik o çalışmalar-dan ve oradan Genel Merkez’e döndük. Olanlar, bizden önce Genel Merkez’e çoktan gelmiş. Olayın faili benmişim, konu ile ilgili açıklamayı güya ben yapmışım. 

İcra kurulu toplantısında benden açıklama yapmam istendi. ‘Orada açıklamayı ben yapmadım Yavuz yaptı’ dememe rağmen Yavuz ağzını açıp tek kelime söylemedi, eğdi başını önüne öylece kaldı. O olay da benim üzerime kalıverdi. Benim asıl zoruma giden konunun anlatılması değil, ben zaten onun mücadelesini veriyorum, birlikte yola çıktığınız arkadaşım tarafından hançerlenmemdir. 
Yavuz’un bunun gibi birkaç olayı daha vardır. Birisi, Duisburg’da gençlerin hazırladığı bir gece vardı,  konuşmacı olarak beni davet etmişlerdi. Tam yola çıkacağım, Yavuz bana o gençlerin programlarına katılmamam gerektiğini söyledi: Çünkü onlar teşkilat kurallarına uymamışlar, söyleneni yapmamış-lardı. Bu durumda o programa gitmek onlara prim vermek olurdu, daha birçok şey anlattı, ben de o programa gitmedim. Gençler bana gönül koydular ve bir daha programlarına beni davet etmediler. Haklıydılar, ben o toplantıya gitmemekle büyük bir hata etmiştim. Gençler bir program yapıyor, hatip olarak davet ediliyorum ve onları yalnız bırakarak halka karşı mahcup olmalarına vesile olu-yorum… Affedilir gibi değil…

Aslında Yavuzla birlikte Genel Merkez’de verimli çalışmalar yaptık. Teşkilatlanma ve Eğitim başkan-lığı koordineli olarak çalışıyordu. Bölgelerdeki teşkilat çalışmalarını birlikte yapıyorduk. Çoğu zaman arabada uyuyorduk. Genel Merkez’in yeniden yapılanması için gençlik evine çekildik ve orada gün-lerce çalıştık. Ortaya bir proje koyduk. Bir kısmı uygulama alanı bulamadı ama en azından bazı bi-rimler aktif hale getirildi. Yavuzla birlikte Avustralya’ya gittik. Yolda Malezya’ya uğradık. Orada Ahmet Davutoğlu’nun kahvesini de içtik. Bizim yaptığımız bu çalışmalar bazılarının gözüne batmış olmalı ki, belirli bir süre sonra sıkıntılar doğmaya başladı. Avustralya dönüşü İsviçre bölgesine gittik yavuz ile. Yanımızda Mehmet Toprak da vardı. Dönüşümüzde Mehmet Toprak Yavuz’a Rüştü Hoca ile birlikte çalışmak zorunda mısın? Onun anlattıklarını bizler de anlatırız diye Yavuz’a telkinde bulu-nuyordu. Benim uyuduğumu sanıyorlardı. Müslümanların birbirlerinin ayağına basmaları başlarına gelenlere sebep olan davranışlardır. Müslümana, Müslüman’dan başka kim zarar verebilir.

Hani demiş ya Muhammed İkbal: “Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa” diye. Durduk yerde dememiştir herhalde bu sözü o büyük düşünür. Kim bilir neler çekti Müslümanların elinden ve dilin-den ve sonunda patladı…“Kaç Müslümanlardan sığın Müslümanlığa.”

Devam edecek

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.