AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xlll-13)

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xlll-13)

Braunschweig Eğitim Kampı (1993)

Milli Görüş Teşkilatları Berlin bölgesi Braunschweig‘ta eğitim kampı düzenlemiş. Bu kampta aynı zamanda Berlin bölge başkanının istişaresi de yapılacakmış. Hatip olarak Ahmet Akgül davet edil-miş. Genel Merkez Eğitim Başkanlığı’nı temsilen konuşmacı olarak ben de oradayım. Ormanların içinde bir gençlik evinde yapılıyor bu kamp. Genel Merkez’in en iyi yaptığı çalışmalardan biridir eği-tim kapları. Hafta sonlarında düzenlenir bu kamplar. Misafir hatipler davet edilir, değişik konularda sunumlarını yaparlar, genel merkez de teşkilat çalışmalarını yapar, bazen Milli Görüş’ün Türkiye ayağından siyasetçiler de çağrılır bu kamplara, dünya siyaseti Milli Görüş masasına yatırılır, bir dizi amaliyat yapılır; ancak hastanın ayağa kalkması için Milli Görüş neşteriyle amaliyat edilmesi gerekir bunun için de hastanın mutlaka Milli Görüş hastanesinde tedavi edilmesi lazımdır. Mantık böyledir. Bir nevi beyin yıkama kamplarıdır bu kamplar.  Milli Görüş’e gönül veren gençler, hanımlar, yaşlılar bu kamplarda bilgilendirilirler, eğitilirler. Bir disiplin içinde yürütülür bu iş, saat kaçta kalkılacak, kaçta yatılacak, kaçta yemek yenecek, hangi saatlerde aktiviteler yapılacak bellidir. İyi bir Milli Görüşçü nasıl olunacaksa, yetiştirilecekse bu kamplarda yetiştirilir. Ne yazıkki iyi bir Milli Görüşçü, aynı zamanda iyi bir Müslüman olarak yetiştirilmez. At gözlüğüyle bakarak hedefe giden Milli Görüş mücahidi olarak yetiştirilir. Sorgulamak yoktur, sorgulayan hain olarak damgalanır. Eskiler, büyük-ler, mezhep imamları, siyasi liderler o insanlar için gerekli olan şeyleri düşünmüşlerdir. Onlardan istenen sadece itaattır, sorgusuz sualsiz itaat. 
Fetavâ-yı Hindiye’nin fetvalarıyla, Kara Davut’un, Hüsnü Aktaş’ın fetvalarıyla Milli Görüşçülere yön verilir buralarda. 

“Erbakan’ın kasetleri sizlere yeter!”

Benden önce Ahmet Akgül konuştu. Konuşmasında Milli Görüş Lider’i Necmettin Erbakan’ı yere göre sığdıramadı, Erbakan bazen siyasetçi oldu, bazen de Allah’ın seçilmiş kulu, veli kulu oldu ve Allah onu özellikle seçip gönderdi… Riyakârlık cıvık cıvık akıyordu, midem bulandı. O kilometrelerce uzak yoldan birşeyler öğrenmek için bu kamplara gelen iyi niyetli insanlara böylesine bir işkence yapıl-mamalıydı. Son konuşmacı olarak kürsüye çıktım. Oturum başkanı Abdurrahman Akgül. Berlin Böl-ge Teşkilatı Teşkilatma Başkanı. 
Nezaketimi bozmadan, Genel Merkez’e yakışır bir uslupla konuşmama başladım. Allah’ın bir oldu-ğundan, Kur’an’ın Allah’ın Kitab’ı olduğundan ve Peygamber aracılığıyla bizlere ulaştırıldığından ba-hisle; dini öğrenmek ve iyi bir Müslüman olmak isteyen insanların /Müslümanların Kur’an dışı kay-naklardan beslenmemeleri gerektiğini anlattım. “Hata yapan kişi Peygamber bile olsa dinin Sahibi tarafından şah damarı kesilip atılacaktır”, buyruk böyledir dedim.  Erbakan Hocamız’a gelince; o bir siyasi liderdir, Milli Görüş’ün lideridir, bir siyasetçi olarak bizler onun siyasi çizgisinde yümümeyi tercih etmişizdir… “Ancak o din âlimi değildir, dini lider de değildir. Allah’ın seçilmiş kulu hiç değil-dir…” dedim. 

Ahmet Akgül oturduğu yerden müdahale etmeye başladı. Oturum başkanı susuturmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. “Söz istiyorum” diyerek benim konuşmamı provoke etmeye başladı. Tam bir pro-vokatör. Abdurahman bana baktı, ne yapayım der gibiydi, söz vermesi gerektiğini söyledim. Bu sefer de kürsüye gelmek istedi, Abdurrahman “ Biz aslında hocanın hocaya soru sormasına prensip olarak müsade etmeyiz, madem Rüştü Hocam izin verdi buyurun sorunuzu sorun ama yerinizden sorun.” dediyse de o provokatör kürsüye gelmekte ısrarcı oldu ve koşar adımlarla pür telaş kürsüye geldi. Bıraktım mikrofonu ona. Başladı bağıra bağıra konuşmaya, ağzından salyalar akıtarak başladı konuşmaya desem hakaret etmiş olmam. Cibilliyetinin gereğini yapıyordu çünkü: “İşte bu hocalar yüzünden Milli Görüş yükselemiyor, bunlar haindirler, mezhepsizdirler, reformisttirler…, Kur’an’ı anlamak için okuyun diyorlar, Kur’an’ı anlayamayız… Kur’an’dan siz ne anlayacaksınız, günaha gir-mek de var bunun sonucunda… Erbakan din adamı değilmiş…O Allah’ın seçilmiş kuludur, bunlar Er-bakan’ı tanımaz ki, onu tanıyanlar tanır….Sizler Milli Gazeteyi okuyun, Erbakan’ın kasetlerini dinle-yin sizlere yeter…Sizler dininizi oralardan öğreneceksizin Kur’an’dan değil…” ve nihayet indi kürsü-den o hızla da salonu terketti gitti. Mürüdleri de peşinden…

Yapılan çalışmanın tadı da tuzu da kalmadı. Ben salyalarını temizlemeye çalıştım çalışmasına da, midem bozulduğu için, tiksidiğim için pisliğini temizlemeyi fazla da istemedim. Ben anlatacaklarımı anlattım, oradakilerde dinledi. Onlar akıl sahibi insanlar, akıllarını çalıştırsınlar ve doğru ile yanlışı farketsinler istedim. Abdurrahman yapılan bu işin terbiyesizlik, saygısızlık olduğunu anlattı ama dinleyiciler arasında fanatikler de yok değildi. Hatta Ahmet Akgül’ün has müridleri bile vardı salon-da. Adil Düzen diye bir masal kitabı yazmış Ahmet Akgül, o kitap yok satıyordu. Milli görüşçüler sayesinde adam köşeyi dönmüştü. 

Erbakan Hocamıza bir icra heyeti toplantısında soruldu Ahmet Akgül, o da dedi ki; “Bırakın o mec-zubu, teşkilatlara sokmayın.” Bu olay, Erbakan’ın “o meczubu sokmayın teşkilatlara” uyarısından sonra gerçekleşmişti. Dinleyen kim…

Yıllar sonra Genel Merkez’den ayrıldım, Berlin’deyim. Berlin Türk Cemaatı Talat Paşa’yı anma top-lantısı düzenledi. Konuşmacılar Türkiye’den getirildi. Kimler vardı bu heyetin içinde bilin bakalım, sıkı durun ben söyleyeyim; Doğu Perinçek, Vural Savaş, Kemal Alemdaroğlu, Ahmet Akgül, Zekeri-ya Beyaz ve Rauf Denktaş(Rauf Denktaş’ın mazeret beyan ederek gelemediğini orada söylediler). Berlin’deki Milli Görüşçülere sordum; “Ahmet Akgül’ün bu insanların içinde ne işi var?” Aldığım cevap manidardı; ”Onlara Milli Görüşü anlatıyor fena mı?” Aynı Ahmet Akgül 2000 li yıllarda Ergenekon soruşturması çerçevesinde, Adana’da sorgulandı(!)  

Ve ben Erbakan Hoca’nın Ahmet Akgül hakkında yaptığı uyarıya rağmen, Genel Merkez tarafından bir daha sigaya çekildim. “Ahmet Akgül’e niçin öyle davrandın” diye… İster istemez şüpheleniyor insan, Erbakan’ın uyarılarına rağmen bu “meczup” A.M.G.T teşkilatlarına nasıl davet ediliyor, kimler davet ettiriyor ve beni kimler sigaya çektiriyor? 

Braunschweig Eğitim Kampı’nda yapılan istişareden öyle sanıyorum ki, Berlin Bölge başkanı olarak Mahmut (Mehmet) Gül çıkmadı. Ama o bölge başkanı oldu, öyleyse nasıl oldu? İşte orası muamma, oralara fazla girmemek gerekiyor… Milli Görüş’e başkan olacak kişiler önceden divan heyeti tara-fından belirlenir, üyelerle yapılan istişareler, gaz alma çalışmalarıdır. Bize sormadan nasıl başkan atarsınız? Sorusunun sorulmaması içindir. Genel Merkez’de olduğum süre içinde zaman zaman ben de istişare heyetlerinde bulundum. Bizim yaptığımız istişarelerde belirlenen isimler de ne yazıkki bölge ve cemiyet başkanı olamadılar. Sonra, o bölgeye teşkilat çalışması için gittiğimizde; “Hocam istişareyi siz yaptınız, gerçekten bu atanan isim mi çıktı?” şeklindeki sorulara sadece omuzumuzu çekerek cevap verebilirdik.  

Hasan Damar

Bizim odamız zeminde olduğu için Genel Merkez’e kim geliyor kim gidiyor görebiliyorduk. Genel Merkez’e ilk geldiğim sıralarda dikkatimi çeken bir durum vardı. Hasan Damar ana kapıdan içeriye giriyor, mutfak tarafına geçiyor, bahçede birileriyle oturuyor sonra da gidiyordu. Bu durum sık sık tekrarlanınca Abdullah Yüksel(Yüksel Haşal)’e sordum: “Hocam Hasan Damar buraya geliyor bah-çede ve mutfakta biraz oyalanıyor içeri girmeden geriye gidiyor, neden böyle yapıyor?”
“Gülüm, Hasan Damar’a (Hausverbot)içeriye girme yasağı konuldu, bundan dolayı içeriye giremiyor oralarda dolanıp dolanıp geriye gidiyor. Mağdurları oynuyor” dedi. 

Aradan zaman geçti ve geçmişte kendisiyle hiç de hoş olmayan ilişkilerimiz olmamasına rağmen, Abdullah Yüksel’e; “Hocam siz babacan birisiniz, herkese hoşgörü ile yaklaşıyorsunuz, bu duruma da gördüğüm kadarıyla üzülüyorsunuz, odaya çağıralım da çay içirelim, sohbet edelim sonra da o ya-sağın kalkması için Osman Hocam ile görüşürsünüz dedim.” Davet ettik, öyle mahcup mahcup içeri-ye girdi, köşeye oturdu, sorarsak cevap verdi ve sonra da sevinerek ve Abdullah Yüksel’e arkası arkasına teşekkürler ederek odadan çıktı gitti…

Daha sonra da Osman Yumakoğulları gerekeni yaptı. Yaptı yapmasına da alışmış kudurmuştan be-ter olur derler ya, Sefer Malak (Ahmetoğlu) ile birlikte Mehmet Erbakan’a iftiralar atarak genel baş-kanlıktan uzaklaştırılmasına sebep oldu. 

Ben genel merkezden ayrıldıktan sonra, Saadet Partisi’nin sahibi(!) Oğuzhan Asiltürk tarafından Yavuz’u azletmek üzere görevlendirilmişler,  Şener Şentürk ve Recep Çınar ile birlikte. Yavuz da onların hepsini birden Genel Merkez’den tekrar kovmuş…

Witten’de Miraç gecesi(1993)

Miraç gecelerinden birinde hatip olarak Witten’e gitmem istendi. Gittim, hem de severek gittim. 1978 yılında Ramazan görevlisi olarak oraya gelmiştim. Gitmeden önce Rüştü Kılıç’ı aradım, haber verdim, onlar da sevindiler. Yıllar sonra hasret giderdik, 1978 yılında bıraktığım gibi değillerdi. O görev yaptığım camiyi Diyanet satın almış, Milli Görüş cemaati de kendilerine başka bir semtte cami açmışlar. Sayıları oldukça az. O gün orada program yapması için gönderilen Elazığ Belediye Başkanı Hamza yanılmaz da varmış. Küçücük bir camide iki hatip. Zamanı paylaştık. Önce Belediye başkanı konuştu, Elazığ’da yaptığı altyapı hizmetlerinden bahsetti… Bu hizmetler Witten’li Milli Görüş cema-atini ne kadar ilgilendirir onu bilemedim, ama konuştu adam. Sonra da ben konuştum. Konum, o gecenin Miraç gecesi olması hasebiyle Miraç olayı idi. 
Önce bildik hikâyeyi anlattım. Sonra da bu hikâyenin başka bir versiyonu daha var dedim ve onu da anlattım, sonra da cemaate “Tercih size aittir, bildik hikâyeyi mi tercih edeceksiniz yoksa benim anlattığım gerçekleri mi” diyerek sohbeti sonlandırdım. İstemeyerek de olsa 20 rekât teravih na-mazını da kıldırdım. Namazdan sonra sohbet ettik, çay içtik ve eski hatıraları dillendirdik. Pehlivan amcayı, Rıza Karatoprağı sordum, Eşref Altınok’u, Celal hocayı sordum, Abdullah bayram’ı sor-dum…ve tekrar görüşmek ümidiyle oradan ayrıldım.

Miraç olayı kısaca şöyle anlattım

Gidiş yolu

Peygamber, Kâbe’de uykuda olduğu bir sırada Cebrail gelip göğsünü yarıyor, kalbini zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet dolduruyor. Burak adlı bir binekle Mescid-i Aksaya götürülü-yor. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırıyor. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başlıyorlar. Göğün birinci katında Hz.Adem, ikinci katında Hz.İsa ve Hz.Yahya, üçüncü katında Hz.Yusuf, dördüncü ka-tında Hz. İdris, beşinci katında Hz.Harun, altıncı katında Hz.Musa, yedinci katında Hz. İbrahim ile görüşüyor. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü‘l Münteha‘ya kadar devam ediyor. Cebrail; „Buradan öteye geçecek olursam yanarım“ diyerek orada Peygamber’den ayrılıyor.
Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürerek Allah‘ın huzuruna varıyor. Bu yükseliş sıra-sında kendisine;  Cennet ve Cehennem gösteriliyor, ümmetinden Allah‘a şirk koşmamış olanın cen-nete gireceği müjdesi veriliyor ve ümmetine elli vakit namaz farz kılınıyor.

Dönüş yolu

Allah’la görüşmeyi tamamlayan Hz.Muhammed, dönüşte Hz.Musa’ya uğruyor. 
Hz.Musa: „Ne ile emrolundun?“ 
Hz.Muhammed: “Elli vakit namaz ile“
Hz.Musa: „Hergün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabb’ine söyle bunu azaltsın?” diyor. 
Hz.Muhammed de yeniden Allah’a giderek vakit sayısını azaltmasını istiyor, Allah beş vakit azaltı-yor. Peygamber dönüşte yeniden Hz.Musa’ya uğruyor. 
Hz.Musa: “Bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha azaltmasını iste” diyor. Hz.Musa’nın bu uyarıları ile, namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz.Muhammed, Allah’la görüşmeye gidip gelişi devam edi-yor. Tam 9 kez gidip geliyor. Böylece 45 vakit namaz Musanın sayesinde kaldırılıyor. 
Hz. Muhammed tekrar Hz.Musa’ya uğruyor 5 vakte kadar indirdi diyor. 
Hz.Musa: Beş vaktin de çok olduğunu, ümmetinin buna da gücünün yetmeyeceği uyarısında bulunu-yor ve yeniden Allah’a dönmesini, biraz daha azaltmasını istemesini söylüyor. 
Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğu-nu söylüyor, yola devam ediyor. Ve miraç olayı da böylece tamamlanmış oluyor.(Buhari, Müslim)

Olayın isra Suresinde bildirildiği şekline kimsenin itirazı olmaz. Bizim itirazımız olayın gidiş ve dönüş aşamasıyla, yani miraç (yükseliş) kısmı ile ilgilidir. Allah, bir kısım ayetlerini göstermek amacıyla kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya yürütüyor, ancak Kur‘an bu ayetlerin/ belge-lerin neler olduğu konusunda herhang bir bilgi vermiyor. 

Miraç hikâyesi uydurmadır

Şimdi miraç hadisesinin neden uydurma olduğunu izah etmeye çalışalım. Muhaddisinden siyercisine, âliminden cahiline varıncaya kadar, İslam toplumunun büyük bir çoğunluğunca gerçekliği kabul edi-len miraç olayı, Kur’an‘ın dışında başka kaynaklara dayandırılan bir olaydır, şöyle ki: 

1- Kur‘an, gece yürüyüşünün nasıllığı hakkında hiçbir ipucu vermemektedir. Eğer olayın mucize yönü bulunsaydı açık olması gerekirdi. Zira mucizenin açık ve anlaşılır olması şarttır. Oysa olay tamamen Peygamber’in şahsında gerçekleşmiştir, mahiyeti bilinmemektedir.

2- Namazın ilk kez Hz. Muhammed ve ümmetine farz kılınan bir ibadet olmayıp, daha önceki üm-metlere de farz kılınan bir ibadet olduğu Kur’an‘da açıkça belirtilmektedir. „Kitap’ta İsmail’i de an. Çünkü o sözünde duran, elçi bir peygamberdi. Halkına namaz kılmayı, zekât vermeyi emrederdi.” (Meryem -54, 55)

3- Allah’a mekân izafe edilemez. Oysaki Peygamber’in yolculuk güzergâhı ve sonu bir mekânda noktalanmaktadır. Bu anlatım Kur’an’a ters düşmektedir.

4- Günün 24 saat olduğunu bilen Allah, nasıl olur da 50 vakit namazı Müslümanlara farz kılar? Uyku için 7-8 saati çıktıktan sonra; 50 vakit namaz geriye kalan saate bölünecek olunursa, yaklaşık her 15 dakikada bir namaz kılınması gerekir. Böyle bir hayatı yaşamak mümkün olabilir mi? Mümkün değil diyorsak, mümkün olmayan birşeyi Allah’ın kullarından isteyebileceğini nasıl düşünebiliriz?

5- O nasıl bir Allah ki, kullarının gücünün neye yetip neye yetmeyeceğini hesaplamadan 50 vakit namazı farz kılıyor? Ve kendisi ile yapılan pazarlık sonucu bunu beş vakte düşürüyor? Ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen ve kulu ile pazarlık eden bir Allah düşünülebilir mi?

6- peygamberimiz Musa ile karşılaşmasaydı, bu azaltma işlemi de olmayacaktı. Olayı aktaran hadis-lere bakılırsa Musa oldukça akıllı, Peygamberimiz de oldukça akılsız bir konuma düşürülmektedir. Öyleki, Hz.Musa, Allah‘ın ve Hz.Muhammed’in düşünemediği şeyi düşünmüştür (!). 

7- Namaz miraçla farz kılındıysa daha miraca çıkılmadan Hz.Muhammed’in diğer peygamberlere imamlık ederek namaz kıldırmış olması büyük bir çelişki değil midir?

8- Ayette bahsedilen Mescid-i Aksa’nın Kudüs’teki Süleyman tapınağı olduğu söylenmektedir ki; Peygamberimiz zamanında orada bir tapınak mevcut değildi. Süleyman Tapınağı Hz. Muham-med’den 650 sene önce yıkılmıştı, yeri boştu. Halife Ömer zamanında Kudüs’te bir mescid yapıldı. 

Bütün bunları anlattıktan sonra cemaatten bazıları; “evet doğru söylüyorsun, ama o zaman bu hadis neden Kütb-ü Sittenin içinde duruyor. O koca koca âlimler bu konuyu hiç mi böyle düşünmemişler” dediler, bu kadar net ve açık bir anlatımdan sonra böyle bir soru ile karşılaşılıyorsa yapılacak fazla bir şey olmaz, zaten olmadı da… 

Hamza Yanılmaz da dinledi benim anlattıklarımı ve sonra birlikte çay içtik, sohbet ettik. Orada bana anlattıklarımla ilgili hiçbirşey söylemeyen hamza Yılmaz, yememiş içmemiş ve beni, Witten’de an-lattıklarımdan dolayı büyük bir tehlike olarak Genel Merkez’e şikâyet etmiş. Eğer bu tehlikenin önü alınmaz ise telafisi mümkün olmayan olaylar Genel Merkezi beklermiş. Sırf bu yüzden icra kurulun-da hesaba çekildim. Zaten rutine bağlamıştım ben haftalık geziler sonrasını, hafta sonlarında gitti-ğim bölgelerden mutlaka bir şikâyet geliyordu ve benimle ilgili şikâyetler icra kurulunun değişmez gündem maddesi haline gelmişti.

Hollanda (1994)

Deventer Sultan Abdul Hamid Han Camii’ndeyim. İsmini unuttuğum bir genç beni davet etmişti Deventer’e. O cemiyetin başkanıydı. Beni özellikle davet edişinin sebebi söylemlerimdeki farklılık-mış, gençler bu farklılıkları bilerek yetişmeliymiş. Kabul ettim daveti. Seminer çerçevesinde kısa bir sohbet uzunca da soru cevap faslı arzu etti. Ben arzuya uydum. 
Gençler o kadar ilgiliydiler ki, salonda çıt çıkmıyordu. Sorular soruluyor cevapları da alınıyordu. Programı bitirmek üzereydik ki bir genç kalktı ayağa, açtı ağzını yumdu gözünü, veryansın etmeye başladı. 3 saat süren programın oluşan o güzel havasını birden dağıtıverdi. İşte örnek bir provoka-tör size. Provokatörlerin görevi budur. Ahmet Akgül gibi o da yapacağını yapmıştı. Ben o Deventerli gençleri ve muhterem başkanlarını hiç unutmadım. Bir gayret içine girmişler ve Kur’an ile tanışmak istemişlerdi, ben yapılabileceklerini hâlâ yaptıklarına inanıyorum. 
Tevhid erleri öyle kolay kolay pes etmezler, onların rehberi Muhammed’dir. 
Allah bir dediği için tek başına putperestlere kafa tuttuğu için ateşe atılan İbrahim’dir. 
Firavun’un karşına çıkıp mesajını haykıran Musa’dır.

Bu olaydan sonra bir Sefer daha Hollanda’ya teşkilat çalışması için gittim. Bölge toplantısıydı. Ben-zer bir olaya orada da tanık olmuştum.’ Gençlerin eğitimi konusunda neler yapmalıyız?’ Konu başlığı böyleydi. İster istemez müzik dinleme, bilardo vs. oynama konuları gündeme geldi. Bu konularda sıkıntı vardı, bütün bölgelerde aynı sıkıntı vardı zaten, çözülmesi gerekiyordu. Fetva heyetiyle kaç aydan beri bu konular üzerinde konuşuyorduk, konuşuyorduk konuşmasına da bir arpa boyu yol alamıyorduk, patinaj yapıp duruyoruz. 
Kabahak fetva heyetinde midir, yoksa o heyeti oraya seçen Genel merkezde midir kararı sizlere bırakıyorum. O gün orada daha sonra Genel Merkez’e, fetva heyetine alınan Hulusi Ünye de vardı. Başka söze ne hacet. Bekri Mustafa’nın hikayesini burada hatırlamk lazımdır.

Ben Eğitim Başkanı Abdullah Yüksel ile yaptığım istişarelerin sonucunda bu konuları konuşuyordum gittiğim bölgelerde. Dolayısıyla başarılarımız arttıkça düşmanlarımız çoğalıyordu. Ancak Abdullah Yüksel’e (Yüksel haşal) saygılarımı her daim sunuyorum. Osman Yumakoğullarından sonra arkamda duran dava eri olduğu için. Hollanda Bölge toplantısında tartışmaya sebep olan konuşmamı aynen istifadenize sunuyorum, yıl 1994:

Gençliğin problemleri/ Tespitler 

-Gençlik denince

Genç denince 25 – 30 yaş grubu ile büluğ çağına ulaşanlar akla gelir. (Bay-Bayan) Gençliğin bittiği gün, gençlerin hür iradeleriyle geleceklerini planlamaya başladıkları gündür. Bugünün hukuku bu yaşı 18 yaş olarak belirlemiştir. Bülüğ çağı denilen çağ işte bu çağdır. Allah’a karşı olan sorumluluk-lar da bu çağda/yaşta başlar. Hanefi mezhebinin görüşü de böyledir. 18 yaşına kadar olan süre ço-cuklar için aile içi eğitim süresidir. 

-Aile yapısındaki değişiklik    
            
Aile; ana-baba, büyük anne, büyük baba, hısım akrabalardan oluşan bir yapıdır. Günümüzde, -bilhassa Avrupa’da yaşayanlar için-  büyük anne, büyük baba ve hısım akrabalardan oluşan aile yapısı zorunlu olarak terkedilmiştir, bu aile modeli yerini, ister istemez çekirdek aileye bırakmıştır, ve aile parçalanmıştır. Bu değişim bazen olumlu bazen olumsuz sonuçlar getirmiştir.

-Olumsuz Sonuçlar

Aile otoritesi kaybolmuştur, geleneksel saygı bozulmuştur, aile içi dayanışma ortadan kalkmıştır, kullanılacak eşyalar, herkes için ayrıdır, aile içinde yapılan ve büyük anne ve büyük baba merkezli toplu din eğitimi terkedilmiştir, aile büyükleri, küçükleri kontrolleri altına alamaz olmuşlardır.

-Olumlu Sonuçlar

Çocuklarda kişilik gelişmesi daha iyi olmuştur, çocuklar çalışarak kendilerini ispat edebilmişlerdir, mesela, toplumda (Ali Bey) olarak değer kazanmışlardır, psikolojik olarak özgüvenleri artmıştır.

-Parçalanmış aile tipinde gelenekler ve kültür

Parçalanmış aile modelinde gelenekler, örf adetler unutulmuş veya bozulmuştur. Bugün gelinen noktada Avrupa’da doğup büyüyen çocuklar kendilerine yabancı, içinde bulundukları topluma da yabancı olarak büyümektedirler. Bu yabancılaşma ne Avrapa’ya ne Türkiye’ye ne de Anne ve baba-ya yaramaktadır. Avrupa’da doğup büyüyen, saçlarının siyahlığından başka kendi milletine aid üze-rinde başka bir değer taşımayan gayesiz bir sürü genç yetişiyor. Bozulan geleneklerin bu sürüleş-mede etkisi oldukça fazladır. Bu konu da sorumlu olan tabiatıyla ilk önce anne- baba, sonra da dini cemaatler, diğer Türk dernekleri ve kuruluşlarıdır. Bozulan geleneklerden bazı örnekler sunarak konumu zenginleştirmek isterim:

-Sofra geleneği

Sofra geleneği türk örf ve âdetinde önemli bir yere sahiptir. Ama neyazıkki, bugün bu önemli gele-nek bozulmuştur; kişi kendi haline bırakılmış, karnını istediği yerde doyurur hale gelmiştir. 

-Dini Bayramlar

Dini bayramlar tamamen olmasa bile büyük ölçüde unutturulmuştur. Bayram geleneği unutulunca büyükler ile küçükler arasındaki kaynaşma otamatik olarak ortadan kalkmıştır. Kendi kültürlerin-den/ ilk kültürlerinden kopan ailelerin, geleneksel değer yargıları da değişmeye başlamıştır. Çocuk-lar bu durumdan etkilenmiş ve yaşadığı toplumun kültürünü ve inancını kendi inaç ve kültürünün yerine koymuştur. Böylece çekirdek aile bireyleri arasında ikinci bir bölünme başlamıştır. Bu nesil Ne İsa’ya, ne Musa’ya nede Muhammed’e yarayacaktır.

-Arkadaşlık 

Arkadaşlık etme, eğlenme ve evlenme kuralları değişmiştir. Arkadaş seçiminde ailenin tavsiyesi kalktığı için, olumsuz kişilerle arkadaşlıklar çoğalmıştır. Evliliklerde eşlerin birbirlerine verebilecek-leri ahlaki değerler ve moral gücü kaybolmuş yerini cinsel ilişki, şekilcilik, maddecilik almıştır. Aile fertleriyle gençlerin, çocukların, eğlenme ve yemek yeme gibi zevkleri, alışkanlıkları tamamen de-ğişmiştir. Gerek dini oteritenin gerekse aile otoritesinin ortadan kalkması, gençlerde saldırganlık eğilimini kamçılamıştır.

-Kültürel eğitim uygulanmadığı için

Kültürel eğitim uygulanmadığı için, genç kendisine ve çevresine yabancılaşmış, huyları ve davranış-ları değişmiş, duygusallığı kaybolmuş, elektronik aletlere tutkunluğu artmış, televizyon merakı has-talık haline gelmiştir. İnsanlardan kaçmaya başlamış, yalnızlığı tercih eder duruma gelmiş, sosyal planda gerilemiş ve mahcuplaşmıştır.vs.
En kötüsü; okumaya, öğrenmeye, çalışmaya karşı isteksizleşmiş, ilgisizleşmiş, dağınıklık hoşuna gider olmuş, giyim kuşamıyla kendisine yabancılaşmış, dini kurallara ve değerlere bigâne hale gel-miştir.
Fertler ile toplum arasındaki kaynaşmanın yerini bireyselliğin almış olmasıyla ne pahasına olursa olsun ayakta durmak zorunda olan fert zamanla yalnız kalmıştır. Çağın başdöndürücü hızı iki toplum arasında sıkışıp kalan talihsiz genci örseleyip bir köşeye atıvermiştir.

-Dil problemi

Öte yandan dil problemi; kelimeler, deyimler, espiri anlayışı ve estetik anlayışında, gençler kendi kültürlerine tamamen uzaklaşmışlardır. Kendi kültürümüze ait güzelliklerin gençlere sunulmayışı, gençleri ister istemez yabancı kültürlerin ağına düşürmüştür.

-Tarih bilinci

Yaşanılan ülkelerdeki resmi ideolojiler Türkleri barbar olarak, çingene olarak tanıtırken genç bu tanıtım karşısında aktif olamamış ve söylenenleri kabul etmek zorunda kalmıştır: Çünkü genç kendi tarihini bilmemektedir. Bu durum genci aşağılık kompleksine düşürmüştür. Türkler barbar değildir, çingene değildir demek onun için belki kolaydır ama bunu isbat edecek bilgi donanımı onda yoktur. 

Çözümler / hedefler

Birinci kuşak hizmetler zincirinde yerini almış ve gerekli hizmetleri ne pahasına olursa olsun, o bilgi-siz ama saf ve cesur haliyle bugüne kadar getirmiştir. Cami ise cami, dernekse dernek, para ise para ne gerekiyorsa yapmış ve görevi 2. kuşağa iç huzuruyla devretmiştir. Ancak 2. kuşak emanete gereği gibi sahip çıkamamış ve birinci kuşağa büyük ölçüde problem olmuştur. 
Proplemler büyümüş ve kartopu haline gelmiştir. Problemlerin çözümü, eğitim faaliyetlerinin yer, zaman, şahıs ve cemiyet açısından bilinçli olarak yürütülmesine bağlıdır. 
Bugün dini motiflerle süslediğimiz bir eğitime eskisinden daha fazla ihtiyaç vardır. Geleneklerin gü-zellikleri ile süslenen, milli şuur ile tarih şuuru ile desteklenen bir dini eğitim, ancak gençlerin kim-likli hale gelmelerine yardımcı olacaktır. Sadece dini eğitim gençleri kimliksiz hale getirecektir, sa-dece ulus bilinci de gençleri saldırgan yapacaktır. Her ikisi de gelecek için tehlikelidir. Kendi hakkına sahip çıktığı kadar başkalarının hakkına da sahip çıkacak görüp gözetecek olgunlukta bir genç yetiş-tirmektir doğru olan. Vatan sevgisi, millet sevgisi, Allah sevgisi eğitimde belirleyici rol üslenmelidir.   
Eğitim hizmeti, kısa vadeli çıkarlar için üzerinde iyice düşünülmeden önümüze ilk gelen kişi ile alala-cele, uygun olmayan eğitim araç ve gereçlerinden yoksun olarak yapılacak basit bir hizmet değildir. Eğitim hizmeti sorumluluk ister, ehliyet ister.

Neler, nasıl yapılmalıdır?

Müfredatların hazırlanması, ehliyetli kişilerin tespiti ve fizik mekânın hazırlanmasından sonra:

1)    Eğitimciler, eğitim dernekleri, dini liderler ilk önce mutlaka ailelerle diyalog içerisine girmelidir-ler.

2)    Zaman zaman gruplar halinde eğitim amaçlı, piknikler yapılmalı, suni çevreler oluşturulmalı ve toplu yemek ziyafetleri verilmelidir.

3)    Gençler, çocuklar, üyeler başıboş bırakılmamalı değişik aktivitelerle, güzel sanatlarla, resimle, müzikle, fotoğrafçılıkla meşgul etmenin yolları araştırılmalıdır.

4)    Gençlerin  istek ve arzularına, fikirlerine, tekliflerine değer verilmelidir.

5)    Gençlerle konuşurken, dikte ettirme yerine fikirleri alınmalıdır, onlarla istişareler yapılmalıdır, onlara önemli oldukları hissettirilmelidir.

6)    Yaşantımızla, yaptgıklarımızla onlara, iyi örnek olunmalı ve yakın ilgi gösterilmelidir.

7)    İhtiyaç olan heryerde “Veliler Birliği ve Kötü Alışkanlıklarla Mücadele Dernekleri” kurul-malıdır. Gençlerin buralarda görev almaları sağlanmalıdır. Gençler ülke yönetimine katkıda buluna-bilmeleri için o ülke vatandaşlığına geçmeleri ve siyasi partilere üye olamaları teşvik edilmeli-dir.(Bunu ilk söylediğim tarih (1989 Berlin)ülke vatandaşlığına geçmek din değiştirmek gibi algılanı-yordu, büyük tepki almıştım sırf bu yüzden) 

8)    Türk tarihinden başlamak üzere, sırasıyla İslam Tarihi, Medeniyet Tarihi ve Yakın Tarih imkânlar ölçüsünde gençlerimize verilmelidir. Aynı amaca uygun geziler düzenlenerek gençlerin özgüvenleri artırılmalıdır.

9)    Birinci kuşak büyük anne ve büyük baba rolünü üslenerek tarihteki yerini almalıdır. Ben emekli oldum bundan sonra “altı ay Türkiye’de altı ay burada” anlayışından vazgeçilmelidir. Bizler artık buralıyız. Yılın 11 ayını burada geçiren bir insan için Almanya, Hollanda, Fransa, Belçika, Danimar-ka…, ’’baba’’ vatandır. Türkiye’yi yıllık izin için kullanan her bir Türkiye insanı için bu böyledir, böyle olmak zorundadır. İnsan ömrü çok kısadır, zaman ise çok kıymetlidir. Bu süre ne kadar akıllı kulla-nılırsa mutluluk açısından o kadar faydalı olacaktır. Türkiye’ye yapılan yatırımlar çoğu insanımıza mutluluk yerine sıkıntı getirmiştir.
10)     İmkânlar dâhilinde dil problemi mutlaka çözülmelidir. Dil deyince aklımıza ilk önce Türkçe gel-melidir ikinci olarak da ülke lisanı. 

a-Türkçe: 

Türkçe önümüzde duran en büyük problemdir. Bütün kuşaklar için büyük bir problemdir. Avrupa’da yaşayan Türklerin ortak lisanı Türkçedir. Dilini bilmeyen insan;
-Dinini yeterince öğrenemez
-Kültürünü öğrenemez
-Tarihini öğrenemez.

b-Ülke lisanı: 

İçinde yaşanılan ülkenin lisanı bir kitabı veya gazeteyi okuyup anlayabilecek kadar mutlaka öğre-nilmelidir. Hakların alınabilmesi, savunulması ve korunulması için ve tebliğ için zorunludur. O ülkede doğup büyüyenler ise ülke lisanını en üst sevide konuşmalı, anlamalı ve yazmalıdır.

9)Bulunduğumuz ülkelerin halklarıyla uyum içinde yaşayabilmemiz için kültürel faaliyetler, değerler korunarak artırılmalıdır. Bunun için:
-Folklor kursları
-Musiki kursları
-Resim ve elişleri kursları
-Biçki dikiş ve yemek kursları açılmalıdır.

10)    Okul öncesi eğitim için çocuk yuvaları açılmalıdır.

11)    Bulunduğumuz ülkelerde iki dilli eğitim için gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Bu konuda çalışma yapan kuruluşlarla siyasi ve dini farklılıklarına bakılmaksızın işbirliği içine girilmelidir.

12)    Hem kızlar, hem de erkekler için eğitim amaçlı lokaller açılmalıdır.

13)    Genç kızlarımız ve genç erkeklerimiz için spor kulüpleri, satranç kulüpleri açılmalı ve yaygınlaş-tırılmalıdır.
14)    Bilgisayar kursları açılmalıdır.

15)    Tiyatro kursları açılmalıdır.

16)    Hitabet kursları açılmalıdır.

17)    Amaçları iyi düşünülerek, değişik konularda eğitim amaçlı panel, seminer, sempozyum, açık oturum v.s. düzenlenmelidir. 

Başıboş bırakılan gençlerin, çocukların, hem kendilerine hem de yaşanılan ülke insanına zararları dokunacaktır. Yaşanılabilir bir toplumu oluşturmak; devletiyle, milletiyle, yabancılarıyla, Hristiya-nıyla, Müslümanıyla, Yahudisiyle, budistiyle ve sivil toplum örgütleriyle elele vermekle ancak müm-kün olacaktır. Tarafların birbirlerini yok farzederek faaliyetlerde bulunmaları huzursuzluğun ana kaynağıdır ve sorumsuzluktur.

Devam edecek…

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.