AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xl-11)

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDA GEÇEN YILLARIM (Xl-11)
 
-Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın “benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın-
 
 
Bir taraftan bölgelerdeki çalışmalar, teşkilat çalışmaları, öbür taraftan fetva heyeti ile yapılan tartışmalar, hiç boş vaktim yok, el-ayak çekilince çalışmak daha verimli olduğu için geceleri çalışmayı tercih ediyorum. Uyumak için zaman ayıramıyorum desem abartılı olmaz.  Genel Merkez bana oldukça keyif vermeye başladı; Avrupa ülkelerini geziyorum, yeni simalar tanıyorum, gençlerle birlikte olabiliyorum, tartışabiliyoruz. Berlin’de kendilerini bile aşamamış hoca isimli gurur abideleriyle ve de hayatında iki tane tükenmez kalem bitirmemiş, ayakkabısının kaç numara olduğunu bilmeyen sorumsuz sorumlularla, kifayetsiz muhterislerle geçirdiğim yıllara acımaya başladım. Onlardan Köln’de de var elbet. Fetva heyetindekiler onların birebir kopyeleri. Sanki Milli Görüş Teşkilatları bir adım ilerisini göremesin diye özene bezene seçilmiş tipler bunlar, insana güven de vermiyorlar. Kıyafetleriyle, duruşlarıyla, mimikleriyle, konuşmalarıyla herbiri birer müzelik desem onlara hakaret etmiş sayılmam. Bu böyledir.
 
Ev arıyorum, bulamıyorum, yani istediğim gibi bir ev bulamıyorum. Şehrin dışına çıkmak gerekiyor, o da bana uymuyor. Üçbuçuk milyonluk bir şehir olan Berlin’den gelen birisi için şehrin dışı cazip değil. Bazı arkadaşlar ev satın alıyorlar, benim öyle bir imkânım da yok. Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ve Ali Yüksel birer villa satın almışlar. Anlatılanlara göre sefer Ahmetoğlu’nun (Malak) kirasını da Genel Merkez ödüyormuş. Genel Merkez’in misafirleri onun evinde kalıyorlarmış, böylelikle otele ödenecek para ona kira olrak ödeniyormuş, 4 odalı mı 5 odalı mı neymiş. Otelde ağırlanmayıp da Sefer Hoca(!)nın evinde ağırlanan kaç misafiri oluyor Genel Merkez’in onu soran yok.
 
Ben de bilmiyorum “gülüm”
 
Köln’ün yabancısıyım, ev arıyorum bulamıyorum, söz verenler de sanırım eve aramıyorlar. Arasalardı bulabilirlerdi. Aradan bir hayli zaman geçti, anladım ki, bana verilen ikinci söz de rafa kaldırılmıştı. Çünkü benden sonra gelen Şener Şentürk’e hemen ev bulundu. Ali Yüksel getirmiş Şener Şentürk’ü Genel Merkez’e. Hatta Abdullah Yüksel’e Eğitim Başkanlığı’nda çalışması için tavsiyede de bulunmuş, o da hayır diyememiş. Aynı odada 3 masa var. Abdullah Yüksel’in yüzü giriş kapısına bakıyor, Şener Şentürk’ün ve benim yüzüm bahçeye bakıyor. Şener Şentürk konuşmayı sevmeyen bir yapıya sahip. Masada oturur, kendine göre bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yapar ve akşam olunca da geldiği gibi gider. Bir gün sordum Abdullah Yüksel’e; ‘Hocam Şener Bey ne iş yapıyor burada?’ Ben de bilmiyorum gülüm.’ dedi omzunu çekerek. Benden sonra teftiş kuruluna kaydırılmış. Genel Merkez’de işe adam değil de adama iş bulunuyor. Fetva heyeti üyeleri başta olmak üzere bunlardan bazılarını yazabilirim; Seyfullah Öztürk, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz, Münip Hoca, Ali Rıza Sarı v.b. Arada dolaşanlar da var, onları saymam gerekmiyor.
 
Birden fazla eş ile evlilik
 
O hafta Fetva heyetiyle, imam nikâhı ve birden fazla eş ile evliliği tartıştık: Benim konuya baktığım yerden bakılamıyordu, bakmıyorlardı. Çok önemli bir konu olduğu için üzerinde ısrar ediyorum, ama ısrarlarıma itibar edilmiyordu. Nisa Suresi’nin üçüncü ve yüz yirmidokuzuncu ayetlerini, tekrar tekrar okudum ve üzerine basa basa açıklamaya çalıştım ama maalesf görüşlerim reddedildi:
 
“Bu sure Medenî’dir. Uhud Savaşı’ndan sonra nazil olmuştur, öncesinde de Bedir Savaşı vardır. Bu savaşlarda esir alınan bayanlar vardır, ayrıca eşleri şehit olmuş dul kadınlar vardır. Bunların çocukları da vardır. Ayet yetimlerin hakkını korunması ve sosyal dengenin kurulması için nazil olmuştur. İkişer, üçer, dörder diye verilen rakamlar yukarıya doğru devam eder gider, sınır da konulmamıştır. Evlenecek kişinin; ihtiyaç sahibi olmaması, güvenilir olması, adalet sahibi olması gerekir. Bu tespitleri kamu otoritesi yapacaktır. Evlenecek olan kişi de bu otoriteye müracaat edecektir. Gerekli tetkikler, araştırmalar yapıldıktan sonra karar mercii yine otoritedir. Böyle bir evliliğin adaleti sağlamak kaydıyla önü açılacaktır. Adaletten şüphe edilirse o evliliğe müsaade edilmeyecektir. Ancak adaletin sağlanması için kişi bütün gücüyle çatlarcasına çalışılsa da bunun mümkün olamayacağı yine ayette belirtilir ve kadınlardan birinin mağdur edileceği endişesiyle “tek eşle” evlilik emredilir. Bu emri veren Allah’tır, Adaletin sağlanamayacağını söyleyen de Allah’tır, ‘Tek evlilikle yetinin.’ Emrini veren de Allah’tır. Yani birden fazla eş ile evlilik normal şartlarda yasaktır. Kur’an böyle der.” şeklinde yaptım açıklamayı.
Genel Merkez’deki hocalardan bazıları, iki eşliymiş meğer. Yani ben arı kovanına çomak sokmuşum. Genel Sekreter Ali Yüksel başı çekiyormuş, Ali Rıza Sarı, Yusuf lşık, Erdoğan Karadeniz iki eşli hocalardanmış. Ali Yüksel sonradan bir hanım daha aldı ve oldu 3 eşli.
 
Bölgelerde de varmış bunlardan. Ali İhsan Halisçi, İbrahim Selimoğlu, Necmettin( Hidayet) Kaya… Benim bilmediğim kimbilir daha ne kadar var. Cami başkanlarından ve cemaatten de birden fazla eş ile evli olanlar varmış. Benim sorumlusu olduğum Stutgart bölgesinde, yanında çalıştırdığı kız ile ikinci evliliği yapan dernek başkanı bile varmış.
 
Hatta Genel Sekreter Ali Yüksel, bir gazetecinin iki eş ile zor olmuyor mu? Sorusuna şu şekilde cevap verebiliyordu: “Birden fazla eş almanın üç şartı vardır, bu şartları yerine getirenler evlenebilir; vakit, nakit, kudret.”  Kudretini bilemem ama vakit ile nakdin nereden, nasıl bulunduğunu sorgulamak gerekirdi, cemaat sorguluyordu da, Genel Merkez bu konuda irade ortaya koyamıyordu. Bölgeleri dolaşırken cevap vermekte zorlandığım sorular arasında mutlaka Ali Yüksel ile ilgili olanlar olurdu: Bindiği BMW marka navigasyonlu arabası,-navigasyon o zamanlar daha yeni takılıyordu arabalara. Aramızda espri konusu bile olmuştu Ali Yüksel’in navigasyonu; “biliyor musunuz, Ali Hoca’nın arabası konuşuyormuş –ve eşleri.
 
Kur’an mahkûm edilmişti
 
Fetva heyeti ile yapılan tartışmalarda, zamanla belirli bir anlayış seviyesi yakalayabileceğimizi düşünüyordum, olmadı, tartışmalar ithamlara dönüşmeye başladı. Ön kabullerden vazgeçilemiyordu. Yaptığımız oturumlar, ‘Cemaat arasında sıkıntı doğuran konuları nasıl olur da çözeriz?’ düşüncesiyle değil de ‘Nasıl olur da Rüştü Hoca’yı masadan uzaklaştırırız?’ düşüncesiyle yapılıyor gibiydi.
 
Oysa yaşadığımız ülke Avrupa ve bu ülkelerde azınlık olarak yaşayanlar da Müslümanlar. Peygamberimiz’in kurduğu Medine Site Devleti’nden itibaren 1923 yılına kadar Müslümanlar otorite idi. Üç kıtada otoriteleri hissediliyordu. Verilen fetvalar otoritenin inancından kaynaklanan adalet anlayışına göre veriliyordu.
 
1923 yılından sonra otorite değişti, coğrafya değişti, şartlar değişti. Bilhassa 1961 yılından sonra Müslümanlar Avrupa’ya işçi olarak göç başladı. Dolayısıyla Hristiyan topluluk içinde azınlık olarak yaşamaya başladılar. Onların inançlarından ve sistemlerinden kaynaklanan adalet anlayışı ile yönetilmeye başlandılar. Devran dönünce azınlık durumunda kalanlar Müslümanlar oldu. Yeni bir fıkıh da oluşturamadılar. İster istemez dini konularda eski anlayışlarını devam ettirdiler, hatta bu anlayışların savunuculuğunu yaptılar. Eski elbiseler yeni bünyeye uymamasına rağmen inatla giydirmeye çalıştılar. Allah’ın’ ata –baba dininden uzak durun!’ buyruğuna rağmen böyle yaptılar: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ dendiğinde: ‘Hayır! Biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız.’ derler. Peki, ataları bir şeye akıl erdiremiyor, doğruya ve güzele ulaşamıyor idiyseler (o zaman da mı uyacaklar?)’ (Bakara 170)
 
Şartlara göre Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerektiğini söyleyenlere mezhepsiz denildi, reformist denildi, onlar itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. ‘İçtihat kapısı kapalıdır.’ denilerek, Kur’an mücmel (anlaşılmaz) bir kitaptır.’ denilerek gelenekler yaşatılmaya çalışıldı ve Kur’an mahkûm edildi. Kur’an ‘Aklınızı çalıştırmazsanız sizleri pislik içinde bırakırım’ derken, geleneğin savunucuları, aklını çalıştıranları da mahkûm etmeye başladı. Oysa Avrupa ülkelerinde Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerekiyordu. Yaşanabilir bir İslâm ihtiyaç haline gelmişti ve bu ihtiyacın karşılanmaması halinde Müslümanların kendi dinlerine yabancılaşmaları an meselesiydi. Öte taraftan İslâm’ı lisan-ı halleriyle içinde bulundukları topluma anlatabilecek Müslüman bir topluluğun oluşması da gerekiyordu.  
 
Fetva heyetindeki zevat bu durumu anlayacak anlayışta değildi. Yaş itibarıyla bu meseleleri anlayamayacakları gibi, önceden verdikleri fatvalardan da geri adım atamıyorlardı. ‘Halk ne der bize?’, anlayışı yapacakları yeni çalışmaları engelliyordu. Mahalle baskısından korkuluyordu. Eskilerin korunmasını ibadet aşkıyla yapanlar da vardı. İşte ben böyle bir heyetle tartışıyordum. Bu tartışmakonularından bazıları kısa sürede uygulama alanı buldu, ancak hâlâ çözülememiş olanlar çoğunlukta.
 
Hakikatı haykırmak
 
“Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyor diye, onu haykırmaktan çekiniyorsa, hem budala hem de alçaktır. Bir adamın“ benden başka herkes aldanıyor“ demesi güçtür şüphesiz; ama sahiden aldanıyorsa o ne yapsın“ dediği gibi Daniel de Foe’nun, hakikati tek başıma haykırdım ve sonuçta ben kazandım. İkinci kez kırmızı kartla saha dışında kalmama rağmen ben kazandım. Bugün geldiğim yerden bakıyorum da, arkadaşların çoğu söylediklerimi uygulamaya başlamışlar. Bu kazanç değil de nedir? Bu durum teşkilatımın geleceği için sevindiricidir elbet, ben olduğum gibi göründüm ve göründüğüm gibi de oldum ve böyle yapmaya da devam ediyorum.
 
Sitem
 
Rüştü Hocam, hakkını helal et, biz hata ettik veya hepimiz hata ettik, bazı şeyleri tam olarak o zaman anlayamadık, ama zamanla yanlışımızı anladık; gel kucaklaşalım ve bundan sonrası için hep birlikte bütün gücümüzle çalışalım demek çok mu zordur, ey Milli Görüşçüler(!)?
 
Şeytan hata yaptı, ama hatasını kabul edip tövbe etmedi; Şeytan olarak yaşamına devam etti. Âdem de hata yaptı, ancak hatasını anlayıp tövbe etti, hatasından geri adım attı ve peygamber oldu. Kur’an kıssalarından hisse almak ve Âdemleşmek çok mu zordur ey Milli Görüşçüler(!)?
 
Nikâh ibadet değildir
 
Ben başladım mayınlı arazide yürüneye. Mayınlara basmadan ne kadar yürüyebileceksem o kadar yürüyebildim. “Nikâh ibadet değildir, akittir. Akdin dinlisi dinsizi olmaz. Herhangi bir hukuk sisteminin kabul ettiği akit nikâh için geçerli olan akittir. Burada önemli olan nikâhı kıyan kişinin kimliği değildir, yapılan akdin kamu otoritesi tarafından kabul edilip edilmediğidir. Allah’ın istediği nikâh işte bu nikâhtır. Resmiyet arz eden bütün nikâhlar İslâm’ın kabul ettiği nikâhtır. Adı “dini nikâh” veya “imam nikâhı” olduğu halde resmi bir bağlayıcılığı olmayan nikâhları İslâm kabul etmez. Resmi makamlar tarafından onaylanmayan evlilikler, genellikle kadınları mağdur eden evliliklerdir. Bazı aileler çocuklarını nişanlayınca hemen dini nikâh yapılmasını istiyorlar. Gençlerin, rahatlıkla konuşmaları gezip dolaşmaları için gerekli görülüyor bu nikâh. İyi niyetli olmayan erkekler bu nikâhı fırsat bilerek imam nikâhlı eşiyle(!) ilişkiye girebilir, hatta bu konuda imam nikâhlı eşini(!) zorlayabilir. Bu durumda kız mağdur olabilir, kız tarafı sıkıntıya girebilir. İşin bu tarafı hiç düşünülmüyor.
 
Cumhuriyet’ten önce nikâh kıyma yetkisi imamlarda ve müftülerde idi. Bu açıdan imamın veya müftünün imzasını taşıyan nikâh belgesi resmi belge niteliğindydi ve bu nikâhın adı, nikâhı kıyan kişiye atfen imam nikâhı olarak biliniyordu. Cumhuriyet’le birlikte bu yetki, belediyelere verildi ve bu yeni düzenlemeyle adı resmi nikâh oldu. Gelecekte yetki, Diyanet işleri Başkanlığı bünyesinde, tekrar İmamlara verilirse o zaman bu nikâha yine imam nikâhı denilebilir, ancak o zaman resmiyet arzeder. Şimdi değil.
 
İmam nikâhına dayalı olarak yapılan birden fazla evliliklerde de aynı durum söz konusudur. Keyfi olarak yapılan bu evlilik İslâm’ın kabul ettiği evlilik değildir. Birden fazla eşle evlenmek için resmi makamların onayı şarttır. Şöyle demek daha doğru olacaktır, birden fazla eş ile evliliklerde müsade ve yönlendirme, ihtiyaç tespiti ve araştırma resmi makamların görevidir. Yukarda da anlattığım gibi, Allah bir eşliliği esas kabul etmiş birden fazla eşliliği ise şarta bağlı olarak kamu otoritesinin yetkisine bırakmıştır.
 
İmam nikâhı, kadın konusunda zaafı olan insanların işine gelen bir nikâhtır, İslâm Allah’ın gönderdiği son İlahi dindir. Bütün İlahi dinlerde olduğu gibi bu dinde de kural koyucu Allah’tır. Dinin mensuplarına düşen de bu kurallara uymaktır. Şahsi çıkarlarını ön planda tutan insanlar, Allah’ın koyduğu kurallara uymak istemezler. Bundan dolayı da, kendi koydukları kuralları çıkarları zedelenmesin diye insanlara, Allah adına dayatırlar. Allah’ın ve O’nun peygamberinin ne dediğinden çok, tarihe mâl olmuş âlimlerin/atalarının-babalarının dediklerine kulak verirler. “Allah’ın buyruğu ile Peygamber’in sözü çakışırsa hangisini tercih edersiniz?” diye sorulan soruya; ‘Tabii ki Resul’ün sözünü veya mezhep imamlarının sözünü tercih ederiz: Çünkü biz Kuran’ı anlayamayız.’ diye cevap verirler. Nikâh konusu da bu konulardan biridir. İyi niyetli olmayan Müslümanlar bu nikâh sayesinde yaptıkları gayrimeşru evliliklere meşrûiyet kazandırmaya çalışırlar.
 
İslâmiyet, bir erkeğin birden fazla eşle evlenmesine ancak zorunlu durumlarda izin verir. Savaş hali, doğal felaketler ve benzeri olaylarda tek başına kalan kadına sahip çıkılması için buna izin verilir. Günümüzde bu gerekçelere itibar edilmez olmuştur, dolayısıyla hiçbir haklı gerekçeye dayanmayan keyfi evlilikler yapılmaya başlanmıştır. Bu evlilikler geçersizdir, Kur’an bu evlilikleri onaylamaz. Bu konu suiistimal ediliyor.’ dedim ve sözü Hayrettin Karaman’a bıraktım: “İslâm’da nikâh (evlenme akdi), fıkıh konularının tasnifi içinde ibadetlere değil, dünya hayatını düzenleyen hükümler (muâmelât) bölümüne girer. Bir satım, bir kira akdi, dinle ilişkisi bakımından ne ise bir nikâh akdi de odur. Resmî nikâh ayrıca kayıt altına alındığı için evlilik hukukunu koruması, güvence altına alması bakımından dinin amacına daha da uygundur. İçinde yaşadığımız şartlarda yalnızca dinî denilen nikâh ile yetinmek, dinin önem verdiği evlilik hukukunu korumak için yeterli olmadığından bununla yetinmemek gerekir. Müslüman’ın bir nikâhı vardır; o nikâh, dünya hayatını da düzenleyen dininin, meşru ve makbul gördüğü, ilgili kaynaklarda tanımladığı, unsur ve şartlarını açıkladığı nikâhtır. Bu şartlar ve unsurlar arasında imam yoktur.”
 
En çok anlatmakta zorlandığım konulardandı bu konu. Sözüm bittiğinde rahatladım. Anlatacaklarımı anlatmıştım, olacaklar olacaktı, olacak olan olurdu. Muhataplarımın içinde birden fazla eşi olan hocalar vardı. İkinci eşini imam nikâhıyla alan hoca. Bu açıklamaları kabul ederler mi? Etmezler, etmediler zaten…
 
Sakal-ı Şerif
 
Sefer Ahmetoğlu (Malak), bir gün bir şişe ile geldi icra kuruluna, yanılmıyorsam bu şişeye 1.000 DM da para verdiğini söyledi. Çok ucuza aldığı içinde övüldü, övündü. Daha sonra da teşkilatın dergisine (Milli Görüş) şişeyi de yanlarına alarak Ali Yüksel ile birlikte kapak olmuşlar. O zamanlar Ali Yüksel Şeyhülİslâm idi. Avrupa’nın Şeyh-ül İslâm’ı. Sarığı ve cübbesi de vardı. Bir dernek Ali Yüksel’in kanına girmiş, onun da hoşuna gitmiş olmalı ki, kendisine Şeyhul İslâm payesi verilmiş. “aklınızı çalıştırmazsanız sizi pislik içinde bırakırım” demiş Allah, O istediği kadar desin Şeyhu-l İslâm’dan daha mı iyi bilecek(haşa). Ve karşınızda Avrupa’nın Şeyhu-l İslâm’ı Ali Yüksel. Her kula nasip olamayacak bir paye… Müslümanların Müslümanlara ve Müslümanların kendi inançlarına verdikleri zararı 9 köy bir araya gelse veremezmiş ya, işte bu insanların teşkilata verdiği zarar da aynen o kabildendir.
O dergiyi icraya getirdi Ali Yüksel ve nasıl güzel çıkmış mıyız? Diye de sordu. İcra kurulu üyelerinin yağlama yıkama faslından sonra ben söz aldım ve aynen şu cümleyi kullandım: “Şeyh-ül İslâm kıl tüccarlarına alet olmamalıdır.”  Neden kıl tüccarı dedim Sefer Ahmetoğlu’na (Malak) kısaca açıkladım. Ortam tabiatıyla gerildi, tartışmalar hararetlendi ve sonunda tüccarlar bu raundu da kazandılar. Yıllarca Müslümanlar o kılın etrafında dolandılar durdular, ta’zimde de bulundular o şişenin içindeki kıla. Peygamber sevgisini canlandırıyorlarmış. Özellikle Ali Yüksel ve Sefer Ahmetoğlu başka hiçbir günah işlememiş olsalar bile, bu kıl tüccarlığından dolayı girdikleri günah onlara yeter de artar bile…
 
Liderinin ağır sanayiden, Milli sermayeden, Milli Ekonomiden, Milli Harp Sanayiinden, İslâm Birliği’nden, İslâm Dinarı’ndan bahsettiği bir teşkilatın Genel Sekreteri ve Fetva heyeti üyesi kıl tüccarlığı yapıyor. Ondan sonra da %1.6 ‘ya düşüyorlar. Sonra da neden böyle oldu? sorusu soruluyor. Cevapları da hazır; “Yahudiler, Avrupalılar, Amerikalılar, İngilizler olmasaydı biz bu duruma düşmeyecektik…”
 
Toplantıdan sonra Abdullah Yüksel (Yüksel haşal) beni yine lahmacuncuya götürdü ve dedi ki: ‘O sözü söylemeyecektin.’ Neden söylemeyecektim hocam? Ali Hoca çok kindardır. Bu söylediklerini hiç unutmayacaktır, birgün mutlaka senden intikamını alacaktır.” Abdullah Yüksel’in dediği, oldu. Ali Yüksel Genel başkan olur olmaz, ilk icraat olarak beni Genel Merkez’den uzaklaştırdı ve Sefer Ahmetoğlu’nu Dortmund’dan Genel Merkez’e getirdi.
 
Sevsinler sizi…
 
Aradan Yıllar geçti Berlin’e geldi iş için Ali Yüksel, o çok sevdiği dostları kapısını bile çalmazken, yine ben sahip çıktım kendisine, Muzaffer Güven’i evinden çıkardım ve oraya Ali Yüksel’i yerleştirdim. Genel başkanlıktan ayrıldıktan sonra da Erbakan Hoca’nın İsviçre bankalarındaki, Amerikan bankalarındaki dolarlarından ve altınlarından bahsetmeye başladı.
Zeki Bina’nın (Allah rahmet eylesin) evindeki toplantılarda benim Milli Görüş’çü olmadığımı söyleyen ve bana hakaretler yağdıran İslâm Federasyonu Başkanı Nail Dural da, görevine son verildikten sonra Erbakan’ın dolarlarından bahseder hale gelmişti. Ali Yüksel ile aynı şarkıyı söylüyorlardı o zamanlar Berlin’de. Çok iyi düet yapıyorlardı.
 
Yıllarca işte bu insanlar Milli Görüş’ü savundular(!) ve benim gibi menfaat çarklarına çomak sokan gerçek Milli Görüşçülerin de görevine son verdiler. Nail Dural şimdilerde şeyh olmuş ve bir tarikatın Avrupa temsilciliğini yapıyormuş. Ali Yüksel de Ak Parti’nin kaymağını yedi ve üst düzey bürokrat olarak emekliye ayrıldı. Sevsinler sizi…
 
Strazburg
 
Strazburg’ta Eğitim kampındayım.  Bölge başkanı Mevlüt Sançar, Ordulu. Hocalara saygılı ve oldukça mütevazı bir başkan. Ben onun gibisine rastlamadım teşkilatta. Gençlerin davetlisi olarak oradayım. Cojep International adında bir dernek var.  Genel Başkanı Ali Gedikoğlu, Antalyalı bir delikanlı, Antalya yörüklerinden olmalı. Gayretli ve üretken. Etrafında da aynı kendisi gibi üretken ve aktif gençler var. Fevzi Akın, Veysel Filiz, Sedat Öz, Murat Ercan, Tuncay Sağlamer, Sebahattin Yeşiltaş, Sıddık Polat, İsmail Çetin, Ömer Faruk Şentürk ve ismini sayamayacağım birçok yiğit genç var orada. Bilgiye susamış gençler bunlar. Akıllarını kiraya vermeyenlerden, sorgulayanlardan. Tam aradığım gençler. O “sarp yokuş” a tırmanmayı hedeflerine alan gençler bunlar. Gözleri çakmak çakmak. Seminerde anlatılanlar yetmiyor bunlara veya bazı konular tam olarak akıllarına yatmıyor, teneffüslerde, yemek masasında, nerede bulurlarsa orada hemen toplanıveriyorlar etrafıma, soru yağmuruna tutuyorlar beni. Ben o gençleri çok sevmiştim, kanım kaynamıştı onlara. O gençlerin bana olan yakınlıklarını hazmedemeyen bazı hocalar özellikle de Sefer Ahmetoğlu(Malak) benim anlattıklarımı konu ederlermiş, ‘Yanlıştır Rüştü Hoca’nın anlattıkları ona itibar etmeyin.’ derlermiş, bundan dolayı da gençler imtihan ederlerdi sanki beni, sorularından anlardım ne yapmak istediklerini.
Yanılmıyorsam 3 kez aynı amaçla gittim Strazburg’a. Her seferinde mutlu dönerdim Strazburg’tan. Anlattıklarımı anlayan, provoke etmeden sonuna kadar dinleyen bir gençlik vardı karşımda.
Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra da ilişkilerimiz devam etti. Zaman zaman Ali Gedikoğlu ile iştişareler yapardık telefon aracılığıyla. Onun da arası o kadar iyi değildi Genel Merkez’le. Sorguluyorlardı çünkü. Oysa itaat etmeliydiler, eyvallah demeliydiler, biz de varız, bizler de birşeyler düşünüyoruz dememeliydiler…
 
Strazburg’ta konser
 
Genel Merkez’den ayrıldıktan sonra bir kez daha gittim Strazburg’a. Ümit Akkaya ile birlikte Tasavvuf Musikisi konseri verdik orada. O konser ilk ve son konserim oldu. Keşke o sahneye ilahi söylemek, marş okumak için çıkmasaydım. Sesim güzeldir, okuyuşumda da problem yoktur, dinleyenleri ağlattığım zamanlar çok olmuştur. Askerde de askeri gazinoda korodaydım, türküleri de güzel söylerim. Erzincan’ın soğuğuna dayanamayıp, atmıştım kendimi askeri gazinoya.
Ama Strazburg’ta sahneye çıkarak ilahi ve marş söylemek bana hiç yakışmadı. Ben o gençlere kürsüden seslenirken, onlara yön vermeye çalışırken sahnede ilahi söylemem çok ağırıma gitti. Sebep olanlar utanmalıydı benim o durumuma ama ben utandım. Strazburg’tan sonra Ümit Akkaya çok yalvardı ‘Gel bırakma sahneyi’ diye ama yapamadım. Pazarcılığa başladım, rızkımı oradan temin etme yoluna gittim. Ne kadar büyükmüşüm ki, koskoca Avrupa’ya suğdıramadılar beni. Benim Strazburg’ta sahneye çıktığımı duyan Genel merkez’deki kifayetsiz muhterisler, ‘Rüştü Hoca şarkıcı olmuş’ diyerek benimle alay etmişler… Arkasına da eklemişler ‘Olacağı buydu zaten.’ diye. Ne diyeyim, yapılacak bir şey yok…
 
Ümit Akkaya bana kasetler/CD ler yapmıştı, kendi kasetleri/CD leri de vardı. Hepsi satıldı Strazburg’ta, paramızı da aldık. Devam ettirseydik sahneye, bugün çok paramız olurdu herhalde, ünlü de olurduk belki. Çünkü saz eşliğinde ilahi söylemek, marş söylemek yavaş yavaş moda oluyordu o zamanlar. O çalışmaların altına da imzayı birlikte atmıştık Ümit Akkaya ile Berlin’de TFD Televizyonu’nda.
Ben o gençleri çok sevmiştim. Hâlâ da seviyorum. Selam olsun Strazburglu sevgili yiğit gençlere.
 
Lyon
 
Lyon’da da bir anım var. Önemli bir anı. Bütün bölgelerde, gittiğim her yerde, teşkilat çalışmasını yaptıktan sonra 15-20 dakika süren kısa bir konuşma yaparak, Kur’an’ı anlayarak okumanın öneminden bahsederdim. Bu arada uydurma hadislere de değinirdim. Lyon’da da sünnetimi uygulamaya aynen devam ettim. Program bittikten sonra bir genç kız yaklaştı bana, “Özel görüşebilir miyiz?” dedi. Bir odaya çekildik ve başladı kız konuşmaya. Çarfşaflı bir kız. Hukuk okuyormuş. Yaptığım konuşmadan dolayı beni biraz övdükten, koltuklarımı kabarttıktan sonra, ‘Hocam ben bu dine inanmıyorum biliyormusun’ dedi. Bir an şoke oldum; ‘Peki bu çarşaf nedir’ dedim. ‘Bu çarşafı giymesem babam bana para vermez ‘ dedi.
Tabi bu şok edici ifadelerden sonra anlaştık o kızla. Bu dine inamıyorum derken, mevcut piyasadaki dine demek istemiş. Uydurma hadislerle kendisini aşağılayan dinden bahsetmiş bana. Oldukça heyacanlıydı. Makineli tüfek gibi hiç ara vermeden konuşuyordu. Birkaç tanesini okudu kabul etmediği o hadisleri:
-“İnsanın insana secde etmesi uygun olsaydı, kadının kocasına secde etmesini emrederdim.”[3293-Tirmizî]
-“Nefsim kudret elinde olan Allah’a (Zât-ı Zülcelâl’e) yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın davetine icabet edip yatağa gitmese, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona beddua ederler.” [Buharî, Nikâh 85, Bed’ü’l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]
-“Kocanın vücudu irin(yara) olsa, kadın da o yarayı diliyle yalayarak temizlese yine de
kocasının hakkını ödeyemez. ” (Müsned, V 239)
 
Kız haklıydı
 
Kız haklıydı. Böyle bir dine gerçekten inanılmazdı. Hele Fransa’da hukuk okuyan birisiysen hiç inanılmazdı. Kız da inanmamış zaten. Ben bu sıkıntıları fetva heyetindekilere anlatabilseydim, Avrupa’daki Müslümanların geldikleri yer çok daha farfklı olacaktı. Ama olmadı. Gücüm yetmedi…
Osman Yumakoğulları değişimden yana olan bir genel başkan idi. Çalışmalarımda benim önümü açan kişiydi o. Çoğu zaman benim için paratoner görevi yaptı. Bana ilk defa kırmızı kart gösteren Osman Yumakoğulları’dır. Ancak Genel Merkez’e geldiğimde anladım ki o, yan hakemlerin kurbanı olmuş.
 
Genel başkanlar
 
Daha sonra Ali Yüksel genel başkan oldu, keşke olmasaydı, onun döneminde Milli Görüş gerileme dönemine girdi. Ondan sonra gelen Mehmet Erbakan Milli Görüş’ü şahlandırmak istedi ama ona da dinozorlar mani oldu. Bir kulp taktılar ve genel başkanlıktan uzaklaştırdılar. Yusuf lşık(vekâlet) döneminde hızla inişe geçildi, Yavuz Çelik Karahan döneminde ise çöküş hızlandı. Yavuz iyi bir icracıdır, verilen görevi yapar, bunun için gerekirse uyku bile uyumaz. Dur durak dinlemez. Ancak üretken olmadığı için bir şey yapamaz, patinaj eder hep. Genel başkanlık ona birkaç numara büyük geldi. Kurmayları Oğuz Üçüncü ve Mustafa Yeneroğlu çalışkan insanlardı, Alman mentalitesini de iyi bilen gençlerdi, teşkilatı bir yerlere getirebilirlerdi ama lokomotifsiz tren yerinden bile kıpırdayamıyor. Vagonları ne kadar yeni ve modern olursa olsun… Kemal Ergün döneminde ise Milli Görüş yerlerde sürünüyor. Sanki teşkilata Ezher damgası vurulmaya çalışılıyor gibi…
 
Genel Kurul Konuşmaları
 
Osman Yumakoğulları ile komşu olduğumuz için zaman zaman sohbet imkânları buluyorduk. Genel kurul yaklaştıkça telaşlanıyordu Yumakoğulları, Avrupa’nın herbir yanından gelen insanlara mesaj vermek istiyordu. Abdullah Yüksel (Yüksel Haşal) “hocam bu genel Kurul’da konuşmanı biz hazırlayalım müsaade edersen” dedi bir akşam sohbet arasında. Memnuniyetle kabul etti. Tabii ki konuşmayı hazırlayacak olan bendim. Gençlerden bir ekip kurdum. Üniversitede okuyan gençlerdi bunlar. Metin ilhan, Sami Alphan ve Muhittin….-Muhittin’in Türkiye’de bir üniversitede hoca olduğunu duydum- önce geçen genel kurullarda neler konuşulmuş onları gözden geçirdik. Baktık ki, felaket, hem de ne felaket. Hayıflandım ve dedim ki gençlere, ”yazık, Adama neler söyletmişler.” Camide vaaz eden üçüncü sınıf bir hocanın konuşması gibi. Genel başkan, genel kurullarda o kalabalıklara maalesef hikâye anlatmış.
 
Kolları sıvadık gençlerle. Metin İlhan bilgisayarın başındaydı. Allah selamet versin geleceğe damgalarını vurabilecek kapasitede gençlerdi bunlar. Bu vesileyle hepsine bir daha teşekkür ediyorum bu yazım aracılığıyla. Önce bir plan hazırladık, bu plan dâhilinde hangi mesajlar verilecekse sırasıyla önce araştırdık, tespitlerde bulunduk, hedef kitleyi analiz etmeye çalıştık ve sonra da başladık yazmaya.
 
Divan başkanıyım
 
İlk konuşmayı Antwerpen’de/ Belçika’da yapılacak olan Genel Kurul için hazırladık. Orada ben aynı zamanda divan başkanıydım. Misafir konuşmacılara divan olarak 3 er dakika konuşma süresi verdik. Bütün misafirler bu süreye dikkat ederek konuşmalarını yaptılar. Sıra Şeyh Kıbrısi’ye geldi. Aynı süreyi ona da verdik. Ancak o konuşmasını uzattı. Uyardım, uyarıma riayet etmedi. İkinci uyarımdan sonra Erbakan Hocam’dan bana bir pusula geldi, ‘Şeyh Kıbrısî’ye müdahale etme’ yazıyordu pusulada. Ben de Erbakan Hocam’a cevaben bir pusula yazdım; ‘Sayın Hocam, çok kıymetli misafirlerimiz var, her birisi ötekinden kıymetlidir, Kıbrisi’nin onlardan farkı olmasa gerektir. Sonra bir de zaman sıkıntımız vardır. Dolayısıyla bu emrinizi yerine getiremeyeceğim, saygılarımızla/ Divan’.
Ben pusulayı yazdım ama aynı zamanda da heyacanlanmaya başladım. Hocadan azar yemek de vardı. Divandaki arkadaşlarım başta Eyüp Fatsa olmak üzere beni ikaz da etmişlerdi. ‘Hoca’ya böyle yazı mı yazılır?’ diye. Ben izlemeye başladım pusulanın sonucunu ve hocaya bakıyordum pür dikkat.
Hoca pusulayı okudu, bana baktı ve başıyla onayladı beni. Ve ben hemen Şeyh Kıbrisi’ye son uyarımı yaptım, Hocamdan aldığım cesaretle biraz sert bir uyarı oldu ama sonuç alıcı bir uyarıydı.
 
Osman Yumakoğulları’nın sonradan bana anlattığına göre, Erbakan Hoca ilk defa konuşmasından dolayı kendisini tebrik etmiş. O gün otelde o da bana teşekkür etti, çok sıcak bir teşekkürdü; “Rüştü Hocam, benim siyasi kariyerimi kurtardın, teşekkür ederim” dedi ve o bildik babacan tavrıyla sarıldı, kucakladı beni. Tabiatıyla bizler de mutlu olduk.
 
İkinci Genel Kurul konuşmasını yine aynı ekip hazırladı. Frankfurt’ta yapılmıştı genel kurul. Bir ara yanıma Gazeteci Ruşen Çakır yaklaştı ve sordu; “Fethullah Gülen’in Avrapa yapılanması hakkında ne dersin?” dedi. Alâkasız gibi geldi bu soru bana o gün, garipsemiştim o soruyu. Demek ki, Türkiye’de bilinen bir yapılanma vardı ve onun Avrupa’da uzantısı var mı diye araştırlıyordu. Erbakan Hoca özel sohbetlerinde onların dış bağlantıları hakkında konuşmalar yapardı, bilgiler verirdi bizlere, oradan bilirdik biz onların kimlere hizmet ettiğini. Ancak Ruşen Çakır’ın bilgi toplamasına mana verememiştim. 2015 yılında yapılan darbe girişimiyle tamamen öğrendik kimlere hizmet ettiklerini… Ancak 22 sene sonra.
 
11. Genel Kurul’da yapılan konuşmanın içeriğine bakarak, 22 sene önce yaptığımız tespitler bugün gelinen noktadan bakıldığında ne kadar isabetliymiş ona siz karar verin. Burada Antwerpen konuşmasını yayınlamak isterdim ama bulamadım, Osman Yumakoğulları’nın Frankfurt konuşması şöyleydi:
 
Devam edecek
 
Rüştü Kam

 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.