LOZAN ZAFER DEĞİLMİŞ, HA!

ABONE OL
11:26 - 23/10/2020 11:26
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

LOZAN ZAFER DEĞİLMİŞ, HA!
(-Tüh Suratiniza)

Lozan zafer midir, hezimet (yenilgi) midir bu ülkenin en başta gelen temcit pilavı.
Isıt ısıt dur.
Nasılsa alıcısı da çıkıyor yiyeni de.
Bunu dile getirenler genellikle Cumhuriyete ve onun dayandığı değerlere karşı olanlardı. Ve bunlar da bir şekilde, eski Osmanlı rüyası üzerinden giden, iflah olmaz rejim karşıtlarıydı.
Konunun dönemeç noktası Demokrat Parti İktidarı yıllarıydı. İsmet Paşa’ya olan karşıtlık, onun büyük katkı sunduğu, ancak cumhuriyetin oluşum sürecinin en önemli başarısına kadar gelmişti.
Lozan üzerinden vurulmak isteniyordu İsmet Paşa.
Daha önceleri de kimi karşıtlar Lozan’a ufak tefek gönderme yapmışlardı; ancak bu kez çok daha yaygın bir kanı ve söylenti üzerinden rejim üzerine kavgaların konusu olmuştu Lozan.
Sonra tuttu, fesli püsküllü bir adam bir kitap yazdı:
“Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?”
Bu kervana sahibi olduğu Büyük Doğu dergisinde bir alkolik ve kumar düşkünü bir şair de katıldı:
Necip Fazıl Kısakürek…
Ve böylece iş, bu günlere kadar geldi.
Kimilerine göre Lozan bir hezimettir. Cumhuriyet bunu bir başarı olarak göstermektedir ama doğru değildir.
Hepsinin temel ortak özelliği şuydu:
Cumhuriyet karşıtlığı, İsmet Paşa düşmanlığı ve Osmanlı hayranlığı…
Ancak tarihe bakış biçimlerinde şaşılık da vardı. Türkiye Cumhuriyeti ve onu kuranları Osmanlı’yı yıkan kişi ve oluşumlar olarak görüyorlardı. Kimi yerlerin yitirilmesinin nedeninin de onlar olduğunu düşünüyorlar ve savunuyorlardı.
Ancak hesap yanlıştı.
Ne bilgileri doğruydu ne de savundukları şeyler…
Sırf bir karşıtlık duygusu, onları açıkça ithamlara yönlendiriyordu.
Örneğin onlar, Osmanlı Devleti’ni genç Türkiye Cumhuriyeti’nin yıktığını düşünüyorlardı, ama yanlıştı. Çünkü Osmanlı Devleti’ni yıkan onun çağa ayak uyduramayan zihniyeti, geri kalmışlığı ve emperyalizmin arsız saldırılarıydı.
O yıkıldıktan sonra, onun içinden uç veren bir filiz büyüyerek genç bir fidana dönüşmüştü, nice kavga ve uğraşılarla:
Türkiye Cumhuriyeti…
O’nun Osmanlı Devleti’nin yaptığı yanlışları yapma şansı yoktu. Çünkü bir yanlışın, yok oluşu getirdiğini görmüşlerdi. Var olmak için, toplu bir zihniyet değişikliğine, bilimi önemsemeye, akılcı politikaların uygulanmasına gereksinim olduğunu anlamışlardı.
Örneğin yine, Ege Adaları’nın Türkiye Cumhuriyeti ve Lozan tarafından yitirildiğini ve bunun da zemininin Lozan görüşmeleri olduğunu söylüyorlardı.
Ancak bu da yanlıştı.
Çünkü yalnız adaları değil; Ege Denizi’nin bütününü, Balkanlar’ın İstanbul’a kadar olan bölümünü; ardından da İstanbul, Batı Anadolu, Doğu Anadolu, Klikya bölgesi, Güney Anadolu ve Karadenizde de bir çok liman kentini yitiren Osmanlı Devleti ve onun yöneticileriydi.
Oysa onlar hala doğru olmayan sanılar üzerinden Lozan’a ve İsmet Paşa’ya vuruyorlardı.
İşin acı yanı, kimsenin doğrunun ne olduğunu öğrenmet, araştırmak ve doğrular üzerinden konuşmak derdi yoktu.
Vur abalıya kabilinden, içinde yaşadıkarı demokrasiye ve onu getirenlere karşı garip biçimde olumsuz duygular almış başını gidiyordu.
Ne derseniz deyin, dinleme dertleri yoktu ve adaların Lozan’da İsmet Paşa tarafından elden çıktığnı söylüyorlardı.
Bugün de değişmiş bir şey yok.
Aynı söylem, aynı mantık üzerinde yürütülüyor ve buna dayanarak da dış politika yürütülebileceği düşünülüyor.
Buyrun, adalar durduğu yerde duruyor.
Ne istiyorsanız gereğini yapın…
Her şeyi Atatürk mü yapacaktı, 57 yıllık yaşamı içinde.
Buyurun, sizi tutan mı var?
Hatta günümüzde de Türkiye’ye ait adacıklardan kaç tanesine Yunanistan geldi oturdu. Bayrağını dikti, oraları askeri saha ilan etti.
Dünyanın gözünün önünde Türk diplomasisi ya da askeri gücü neyi çözdü?
Hatta gündemine bile alabildi mi?
Tam tersine bunlar olup biterken, Türk Ordusu Ergenekon, Balyoz, Casusluk ve Fuhuş davası gibi davalarla tarihindeki en büyük darbeyi yedi.
Orduya kumpaslarla bu darbeler vurulurken, ulusu besleyen damarlara da darbeler vuruluyor ve artık milli devletin bittiği nutukları atılıyordu.
Milli devlet olmadan, millet nasıl olacaksa?
O da ayrı bir mesele ya!
Ya da düşünün:
Süleyman Şah’ın kabrinin bulunduğu toprağı Türk toprağı saydıracak kararların altına ta Kurtuluş Savaşı günlerinde imzalar atılmış, o güçsüz zamanında bile Türkler, o toprakları kutsal bildiklerini, kendi köklerinin önemli bir parçası ve dayanağı olduğunu düşünerek savunmuşlar ve çok önemli metinlerde temel önkoşullardan birincisi saymışlardı.
Günümüzde neyi gördü gözlerimiz?
Flaşlar patlıyor; ortalık suni ışıklarla aydınlanıyor; PKK timlerinin gözleri önünde Süleyman Şah’ın sırtlara alınmış sandukası bir şeylerden kaçırılır gibi getirilip, sınırın hemen dibinde Iraklı bir kişinin özel arazisine izinsiz biçimde yerleştiriliyor… Geri çekilirken, kadim zamanlardan beri Türk Milleti’nin gurur kaynağı olan tarihi karakol bombalanıyor ve havaya uçuruluyor.
Dönemin başbakanı bunu tarihimizdeki en başarılı geri çekilme operasyonu olarak ilan ediyor…
Dikkat edin, hem geri çekiliş, hem de en başarılısı deniyor bu tarihi ayıp için…
Bunları Atatürk de İsmet Paşa da yapmış değildi.
Lozan’da İsmet Paşa’nın ilk ele aldığı konulardan biriydi Süleyman Şah Türbesi…
Burasının Türk toprağı sayılması için ne büyük bir uğraş verildi, bir bilseniz.
Çünkü O, tarihle olan bağların en güçlü damarıydı. Oradan ve onun gibi damarlardan ulaşılıyordu tarihi köklere.
Bu kökler koparsa ulusal benliğin büyük bir darbe alacağından korkuluyor; bir de bu ulusal bir gurur konusu yapılıyordu..
Türkler, Osmanlı’nın kuruluş sürecine uzanan halkalardan en büyüklerinden birini oluşturan Süleyman Şah’ın naşının yurt sınırları dışında kalmasını kendi gururlarına yediremiyorlardı.
Ve o topraklar, Türk toprakları olmalıydı ve o ulu Ata, kendi öz yurdunun topraklarında huzur içinde uyumalıydı.
Ve tutup oralardan yıllar sonra oraları koruyamayacağını düşünen Türkler, Atalarının naşını bir gece operasyonuyla yerinden alıp, gecenin karanlığında kendi sınırlarının hemen dibine taşıdılar. Ve o naşın yerleştirildiği arazi bir Suriye yurttaşı bir kişinin özel mülkiyetiydi.
Hem daha neler neler:
Örneğin, Yunanistan’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve hatta İsrail ve Mısır gibi ülkelerle Akdeniz’in değişik yerlerinde özellikle de Kıbrıs adasının açıklarında yapılan doğal gaz araştırmalarına ilk başlarda aşırı tepki vermişken, işi bir sonuca bağlayabildi mi?
Şimdi yanlışların en büyüğüne bakın:
Kim yitirmiş hem 12 Ada’yı, Türkiye Cumhuriyeti mi?
Hayır!
1912 de yapılan Uşi Antlaşması’yla Osmanlı Devleti’nden İtalya kapmıştır adaları ve onlar İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar İtalyan adasıdır. Adaların bir kısmı da 1913’te Yunanistan’a verilmiştir.
Yani Lozan’la, zaten 1913 yılında yitirilmiş olan adaların yeniden yitirilmişliği gibi garabet bir durum yoktur.
Bu bilgi bulanıklığı, bugün ülkemizin üzerine kara bir bulut gibi serpiliyor; tarih çarpıtılarak.
Lozan’a gelince bakın neleri başardı İsmet Paşa ve Atatürk; ve elbetteki o zamanki Türkiye:
Sevr’i tarihin çöplüğüne atıldı buruşturularak. Çünkü Sevr bugünkü Türkiye topraklarının bütününü emperyalist ülkelere peşkeş çekmişti.
Türkler’in elinde kaldığı söylenen yerler Kayseri, Ankara, Sivas üçgeninde kalan bozkırdı.
Kimi haritalarda Karadeniz Bölgesi’nin de Türkler’e kaldığı söylenmekteydi ama, doğru değildi. Çünkü böledeki Ortodoks azınlıklara bir Pontus Devleti kurma sözü çoktan verilmişti. Trabzon Metrapolisi Hrisantos bunu ha başarmış, ha başaracaktı.
Burada güya bir Türk Sultanlığı kurulacaktı, ancak o da hikayeydi elbette.
Çünkü Fransız Başbakanı Clamenceau, Türkler’e Sevr’de küçük de olsa toprak verileceğini öğrendiğinde küplere binmişti:
-“Ne işi var Türklerin hala Küçük Asya’nın ortasında. Onları geldikleri yerlere, Çin Seddi’nin sınırlarına kadar kovmalıyız” diye bağırıyordu.
Sevr’e onay veren artık bitmiş durumda olan Osmanlı Hükümeti’ydi. Atatürk önderliğindeki ulusal savaş Sevr’i Lozan’a dönüştürdü.
Bitmeş Osmanlı yönetimi Sevr’dir, Türkiye Cumhuriyeti ise Lozan’dır diyelim, elbette anlayana…
Alın elinize Sevr haritasını, koyun üzerine Lozan’ı, aradaki farkı göreceksiniz; buyrun size büyük bir zafer!
Kapitülasyonları kaldırmış, kabotaj hakkını elde etmiş; Anadolu’nun bütününü, İstanbul’u ve Doğu Trakya’yı yeniden Türkiye’ye kazandırmıştır Lozan.
Patrikhanenin ekumeniklik yetkisini almış, bir simge olarak kalmasına Ancak İstanbul sınırlarıyla yetinmek koşuluyla izin vermiştir.
O da Türk yasalarına bağlı olmak ve milli çıkarların dışında bir duruş ve davranışa girilmemek üzere…
Kapitülasyonların ne olduğunu bilmeden konuşup duruyor kimi kimi entel fukaralar.
Bir örnek:
Kendinize ait bir yük taşıma geminiz bile yoktu. Ve olsa bile onu bir Türk limanından alıp, başka bir limana götürme hakkınız bile yoktu. Çünkü denizcilik hakkı Türkler’in değil, öteki ülke yurttaşlarınındı. Yani kendi kıyılarınızda bir taka bile işletemiyordunuz.
Limanlarınız bütünüyle yabancı sermaye yatırımlarıyla yapılmış ve işletme hakları da yabancılara verilmişti.
Devletin mali kaynaklarına dış borçlar yönetimi el koymuş, vergi salamaz, toplayamaz ve toplasanız bile kendi hesabınıza harcamazdınız.
Türk üretici, kendi malını pazara taşıma olanaklarından bile yoksundu. Bütünüyle bu hizmetleri yabancı işletmeler yerine getirir, kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiç acımadan üreticiyi yüz üstü bırakıverirlerdi.
Doğru dürüst bir Türk girişimci bile yoktu ekonomik alanlarda.
Kendi maddelerinizi kendinizin işletme hakkınız yoktu.
Yer altı kaynaklarınız bile elinizden çıkmıştı.
İşte borçlar idaresini ortadan kaldırdı Lozan.
Düşünün, kendi hukukunuzu bile kendiniz belirleyemiyor; ülkenizin karasularında bir yabancıyı ilgilendiren bir suç işlense ya da olaylara karışılsa, o yabancının bağlı olduğu ülkenin yasaları tarafından yargılanıyordunuz.
Gıkı çıkmıyordu buna eski yönetimlerin.
Mahmut Esat Bozkurt’u faşistlerin en büyüğü olarak tanıtmak istiyorlar ya şimdi; işte o büyük kuvay-ı milliyeci, ünlü hukuk profesörü adam, Lahey’de Bozkurt Lotus davasında savundu Türkiye’nin haklarını ve karşısındakilerin başına vura vura hukuki kapitülasyonların kalktığını dünyaya ilan etti.
Lozan dediğiniz şey, ezik, silik, teslimiyetçi ve ürkek politikaları yırttı attı.
Yabancı işgalci güçlerin ülkedeki varlığına hukuken son verdi.
Sevr’de ölüm fermanı imzalanmış olan Türkler, kendi özgür iradeleriyle bir ulus devlet yarattılar ve bunu da cumhuriyete çevirdiler.
Lozan başarısı yıllarca bu ülkede bir bayram olarak kutlandı, Lozan Bayramı adıyla…
Ulusal ve onurlu duruşun büyük başarıları bayram olarak kutlanmaktaydı bu ülkede ve bunlar o ateş deryası içinde uluslarına öncülük etmiş olanlar ve ulusun bütünü için bir gurur kaynağıydı.
Ne kaldı o bizi gururlandıran, özgüvenimizi okşayan, güçlü hissettiren ve güç aşılayan o bayramlardan günümüze?
Ve zaman içinde yaşananlara bakarsanız, Lozan nasıl delik deşik edilerek, imzalandığı tarihten sonraki süreçte fellik fellik geriye gidişler oldu.
Örneğin, yalnızca İstanbul sınırlarıyla yetkisi sınırlandırılmış Patrikhane’nin ekumeniklik savlarına ya da tutup hiç Ortodoks olmayan Türkiye bölgelerine piskopos ve baş piskopos atamalarına sesimiz çıkabiliyor mu?
Sanırım Lozan’daki hakları koruyamanların değil daha çok Lozan’ı başarmış olan duygu ve ideallerin konuşmaya hakkı var, bu açıdan bakıldığında.
Başarıyı ya da başarısızlığı Lozan’da aramayı bırakın da gününüze bakın.
Çevremiz ateş çemberi.
Yitirdiğimiz egemenlik hakları… Yitirilen adalar… İflas etmiş Suriye politikası… Yitirmenin eşiğine geldiğimiz Kıbrıs…
Oralara bakalım önce de çözümü neyse onu bulalım.
Terörü engelleyelim örneğin.
Ülke ateş çemberi, buradan nasıl çıkaracağız, bunun arayışlarında bulunalım.
Yoksa tarihi kişilikler ya da olaylar ve olgular üzerinden gidip, tartışma ve bunun üzerinden de ayrışmaları körükleyerek, bu ülkeye bir katkı sunmuş olmayız.
Buyrun!
Bir de bu yönden bakın her şeye.
Haksız mıyım?

Kemal Arı

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.