LİBYA’DA BİR MAVİ GÖZLÜ DEV, MUSTAFA KEMAL

ABONE OL
11:27 - 23/10/2020 11:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Bugünlerde Libya, ülkemiz için pek revaçta bir konu…

Muammer Kaddafi’nin 2011’de linç edilmesiyle anımsıyor pek çok kişi Libya’yı.

Bir de yakın zamana kadar en önemli ticari ortaklarımızdan birisiydi bu ülke. Müteahhitlerimiz en çok Libya’da iş yapar, işçilerimiz bu ülkeye giderek, memlekete döviz gönderirlerdi.

Ancak bugün Libya kanlı bir iç savaşın içinde.

Ve Türkiye bu ülkeye asker göndermek için hazırlanıyor.

Ah emperyalizm, ah!

Bütün bu oyunlar, senin eserin…

Neyse biz gelelim konumuza:

Yakın zamanda Sayın Cumhurbaşkanı çıktı ve Atatürk’ü anımsatarak:

-“Mustafa Kemal de Libya’daydı” dedi.

Evet, doğru.

Mustafa Kemal Atatürk, gençliğinin ilk yıllarında, vatan bildiği Libya’yı savunmak için iki kez Libya’da görev yaptı.

İlki, 1908’de; ikincisi de 1911’de…

O zamanlar Libya’nın adı Trablusgarp’tı.

Ve Trablusgarp, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir toprak parçasıydı.

Bu vilayetin coğrafyası o kadar genişti ki; Cezayir-i Bahri Sefid adıyla ta İzmir’e; hatta daha kuzeye dek uzanıyordu.

Ancak gelin görün ki emperyalizm fırsat kolluyor ve bu coğrafyanın Osmanlı Devleti’nden kopması için kışkırtıcılıktan ve hatta doğrudan müdahaleden hiç geri kalmıyordu.

1908 tarihinde Osmanlı Ülkesinde büyük bir devrim yaşandı. İttihat ve Terakki yönetime el koydu ve Genç Türkler, bu hareketten sonra 1909 Anayasası’nı hazırladılar.

Artık anayasal düzen gelmiş, sultanın yetkileri belli ölçüde kısıtlanmıştı.

Ancak her ileri hareket, mutlaka bir karşı hareketi doğurur; doğanın yasasıdır bu.

Libya’da batılı ülkelerin kışkırtmasıyla aşiretler derhal ayağa kalktılar ve halkı Meşrutiyet yönetimine karşı kışkırtmaya başladılar:

-”Meşrutiyet küfür rejimidir. Hilafet düzenine uymaz. Ya Meşrutiyet, ya Hilafet!” diyorlardı.

Zaman geçtikçe bu kışkırtma, Osmanlı merkezi yönetimine karşı bir ayaklanma eğilimine girdi.

Öyle ki aşiret düzenini temsil eden yerel güçler, Trablusgarp’ta bile etkili olmuşlardı. Ve Türkleri topluyor, vapurlara bindiriyor, İstanbul’a gönderiyorlardı.

İktidara el koymuş genç subayların bu duruma fena halde canı sıkıldı. Nasıl olur, bir ülke egemenliği altında bulunan bir coğrafyaya söz geçiremez, sözü dinlenemez olurdu?

Bunun üzerine meşrutiyet düzeninin buraya da gelebilmesi için, ayaklanmayı önleyecek genç subaylardan bir kısmını buraya göndermek ve aşiret düzenine karşı halkı aydınlanmak gereğini duydular.

Gidecekler arasında Mustafa Kemal adında bir yüzbaşı da vardı.

Mustafa Kemal Bey, İttihatçı değildi; daha doğrusu bu örgütten istifa ederek ayrılmıştı.

Önce kendisinin Trablusgarp’a gönderilerek uzaklaştırıldığını düşünmüştü. Ancak bir süre sonra bunda bir ön yargı olmadığını anladı. Harcırahını aldı ve kimliğini gizleyerek Trablusgarp’a hareket etti.

Onu taşıyan gemi, kıyıya yanaşmadan; açıkta kayığa bindirdi. Bir Arap kayıkçı, Mustafa Kemal Bey’i getirdi ıssız bir kıyıya indirdi.

Bir süre kumsalda yürüyen genç teğmen, kendisine önce bir otel aradı, ancak bulamadı.

Bunun üzerine yeniden sahile geldi; bavulunu kendisine yastık yapıp, uzandı; geceyi Akdeniz’in dalga sesleri arasında kıyıda geçirdi.

O geceden sonra, Trablusgarp Valisi Recep Paşa’nın köşküne gitti ve oraya yerleşti.

Aldığı bir bilgiye göre, kendisinin Libya’ya gelmesinden kuşkulanan asiler onu ya öldürecekler ya da vapura bindirip geri göndereceklerdi.

Derhal kararını verdi. İsyancılara merkez olmuş medreseyi öğrenmişti, kalktı, hızlı biçimde medresenin bulunduğu camiye gitti. Kalabalığı yardı ve gür sesiyle haykırdı:

-“Sizi kim yönetiyor, beni ona götürün!”

Sesi o kadar etkileyiciydi ki, isyancılar aldılar onu, elebaşlarına götürdüler. Asilerin liderine karşı o kadar etkili bir konuşma yaptı ki; onu dinleyenler şaşırıp kaldılar.

Şöyle diyordu genç subay:

-“Oyunu görmüyor musunuz? Bizi bölüp yutmak istiyorlar. Ayrılırsak güçsüz kalırız!”

Ardından Meşrutiyet’in ne olduğunu anlattı ve Halifelikle neden ters düşmeyeceği konusunda ayaklananları ikna etmeyi başardı.

Bu Libya’yı ilk tanımasıydı.

Sonra başka görevler…

Ve ikinci gelişi:

Eylül 1911’de İtalyanlar Trablusgarp’a saldırınca, başka yurtseverler gibi o da Trablusgarp’a koştu.

Günlerce süren kara yolculuğuyla, ta Suriye, Lübnan üzerinden Libya’ya gitmeye karar vermişti.

Gidişi yine gizli olacak, bölgeye gitmesini Osmanlı yönetiminin onayladığını belli etmeyecekti.

Bu nedenle gazeteci kılığına girmiş ve “Şerif” takma adını almıştı.

Ancak yorucu yolculuk sırasında hastalanınca, İskenderiye’de 15 gün yatmak zorunda kaldı

Sonra Mısır’a geçtiler.

Sekiz gün deve üzerinde seyahat etti.

Uzun yorucu, yürüyüşler yaptı.

Geceleri ıssız çöllerde çadırlarda kaldı.

Arkadaşı Fuat Bey’in (Bulca) anlattığına göre bu anlarda Mustafa Kemal Bey fasulye ayıklıyor, Fuat Bey de pişiriyordu.

Sonunda Mısır sınırını geçerek, Trablusgarp’a geçmeye sıra gelmişti.

Sınırda görevli muhafızlar, onun mavi gözlerine bakarak, bir Arap gazeteci olduğuna bir türlü inanmıyorlardı.

Mısır’da bu sahte kimlikle yakalanacağını anlamıştı Mustafa Kemal Bey. Baktı ki olmuyor, sınır görevlilerinden bir Mısırlının yanına yaklaşarak, onun dini duygularına seslenircesine:

-“Gâvurlara karşı, kutsal cihada gidiyoruz. Bize izin verin!” dedi.

Sözleri etkili olmuştu. Sınırı geçince, kendisi gibi bölgeye koşmuş öteki yurtsever subaylarla buluştu. Üniformasını giydi; İtalyanlara karşı savaşa katıldı.

Trablusgarp’ta bulunduğu süre içinde, İtalyanlara karşı nasıl savunma yapılacağını ve nereden, hangi güçlerle saldırı yapılabileceğini araştırdı.

Kasr-ı Harun, ona göre önemli bir yerdi: Burası ele geçirilebilirse, iyi bir savunma düzeni oluşturulabilirdi.

Oturdu, günlerce plan yaptı.

Sonra da bir süvari hücumuyla bölgeyi ele geçirmeyi kararlaştırdı.

Kimi itirazlar olsa da, o planının başarılı olacağına inanmıştı.

Az sayıda arkadaşıyla İtalyanlara karşı at üstünde hücuma kalktı.

Ortalıkta göz gözü görmüyordu. Burası, ünlü Kartacalılar’ın Roma’ya karşı direndikleri alandı. Tarihi kalıntılar arkasında göğüs göğse savaş veriliyordu.

Derken bir gürültü duyuldu. İki İtalyan uçağı alçaktan uçarak, Türkler’in üzerine bombalar yağdırmaya kalktılar.

Mustafa Kemal Paşa’nın elinde kılıcı vardı. Diğer elindeki mendiliyle de sağ gözünü kapatmaya çalışıyordu. Atılan bombalardan birinin fırlattığı kireçli bir taş gözüne çarpmıştı. Ve gözü kan çanağına dönmüştü.

Kızılay Hastanesi’nde bir ay yattı. İlk müdahaleyi sonradan Samsun’a birlikte çıkacağı Dr. İbrahim Tali Bey yaptı.

Doktor ısrarla Selanik’e dönmesini istiyordu.

Ancak hayır…

O vatan toprağının bir parçası bildiği Trablusgarp’ta ülkesini savunuyordu.

Ta ki Balkan Savaşı başlayıp, yeni görevlere koşuncaya kadar…

Şimdi Libya topraklarında mavi gözlü devin ışıltıları bizlere göz kırpıyor.

Bize ana yurdumuzun, Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerine titrememiz gerektiğini, tarih denilen büyük babadan alınacak büyük dersler olduğunu söyleyen bir ses, Akdeniz’in mavi sularında yankılanıp duruyor.

Prof. Dr. Kemal ARI

 

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.