ENTEGRASYON (UYUM) TOPLANTISI

ABONE OL
11:52 - 23/10/2020 11:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

ENTEGRASYON (UYUM) TOPLANTISI

Essen’de merkezi bulunan Ruhr Veliler Birliği’nde “Almanya’da entegrasyon ve Türklerin geleceği” konusu ele alınacak, herkes bir sohbet havasında yaşadıklarını ve düşündüklerini anlatacaktı.
Konuya ilgi duyan yurttaşlar birer ikişer salona geldiler. Çaylar içildi. Havadan sudan konuşuldu. Sonunda dernek başkanı Dr. Ali Sak toplantıyı açtı.
İlk sözü öğretmen Ahmet Değirmenci aldı:
-Benim için geçen hafta entegrasyon konusu kapandı.
Herkes onun yüzüne bakınca anlatmaya başladı:
-Aldi mağazasında alışverişimi yaptım. Arabadaki yiyecekleri tezgâhtarın önündeki banta koydum; kasada hesabı ödeyeceğim. Arkamdan gelen kırk beş elli yaşlarında üstü başı düzgün bir Alman bayan da kendi aldıklarını bantın üzerine koymaya başladı. Bu arada benim banta koyduğum bisküvi paketini yere düşürdü. Kadın paketi yerden alır, yerine koyar diye bekledim ama, oralı bile değil.
-Lütfen paketi alır mısınız? dedim. Kadın ters ters yüzüme baktı:
Bin ich Türke oder du”(Ben mi Türküm, yoksa sen mi?) demesin mi?
Başımdan kaynar sular döküldü. Kadını ilk kez görüyordum. Türk olduğumu nereden biliyor? Bana, “siz” demiyor, “sen” diye hitap ediyor. Sanki ben onun hizmetçisiyim; paketi yerden almamı istiyor.
Sırada bekleyenler de bunu gördü; ama kimseden ses yok. Hani ben böyle bir hata yapsam, adım gibi biliyorum; hepsi kadından yana tavır koyacaklar, bana demediklerini bırakmayacaklardı. Elim ayağım titremeye başladı.
-Lütfen, düşürdüğünüz paketi kaldırın, dedim. Kadın yüzünü başka yöne çevirdi. Hani ben kadının arkasında sırada olsam ve kadın kendi paketini yere düşürmüş olsa nezaket icabı onun paketini kaldıracağım ama bu böyle değil. Tezgâhtara;
-Bana şefi çağırın! dedim. Tezgâhtar kadın şefi aradı, bir süre bekledik; ama gelen giden olmadı. Bizim kasadaki sıra gittikçe uzamaya, bekleyenler sabırsızlanmaya başlamıştı. Sonunda tezgâhtar yerinden kalktı ve paketimi banta koydu. Hesabı ödedim; ama ne halde olduğumu siz bana sorun.
O kadar insanın içinde kendimi çok fena hissettim. Bana yapılan düpedüz hakaretti, saygısızlıktı. İnsan yerine konmamıştım. O an anladım ki entegrasyon dedikleri boş bir laftır. Bütün günüm zehir olmuştu. O gece hiç uyuyamadım. Bu kadın niçin bunu bana yapmıştı? Kimden bu cesareti almıştı? Televizyon, basın, hükümetin yabancılar politikası, Sarrazin’in yabancıları hedef alan kitabı onu etkilememiş olabilir miydi? Sıradan insanlar da, en haksız oldukları konularda bile yabancıları küçük düşürmek için fırsat kolluyorlardı. Demek ki memlekette yanlış olan bir şeyler vardı.
Bana göre uyumu gerçekleştirmek için önce insanların birbirine saygılı olması gerekir. Bu olaydan sonra entegrasyon sözünü artık duymak bile istemiyorum…
Ahmet Değirmenci sözün burasında durdu. Boğazında bir şeyler düğümlendi.
-Siz bunu küçük bir olay gibi görebilirsiniz ama bu olay psikolojimi fena halde etkiledi. Günlerce kafama takıldı. Hani derler ya; ‘Sinek küçük ama mide bulandırır’, aynen öyle. Sadece bu değil, size başka bir şey daha anlatayım:
-Bir gün Alman komşum bana küçümser bir ifadeyle, “Türk olduğun için sana acıyorum!” demesin mi? Ara sıra selamlaştığım bu komşumun sözü bana taş gibi koymuştu. Benim acınacak neyim vardı? Çalışıyordum, iyi bir işim vardı. Sağlığım yerindeydi. Birden tepem attı:
-Ulan sen kim oluyorsun da bana acıyorsun? dedim. Sen acıyacaksan kendine acı. Sen mi iyi yaşıyorsun, ben mi?
Ben böyle deyince durdu, yüzüme baktı:
-Tabii ki ben. Ben Alman’ım. Burası benim vatanım.
Alman oldun da başın göklere mi erdi? Olabilir…  Almanya da benim ikinci vatanım oldu.
Sustu. Sıra bendeydi. Ona içimden geçenleri söylemesem bütün günüm mahvolur, içim içimi yerdi.
-Şu senin arabanın haline bak. Adamı yolda bırakır. Tam bir külüstür. Bir de benim cipi gör.
Adam arabama gıpta ile baktı. Kendi arabasını hüzünle seyretmeye başladı.
-Senin yurt dışında evin var mı? diye sordum.
-Hayır, yok!…
-Benim Antalya’da deniz kenarında bir villam var. Sen o villayı hayalinde bile göremezsin tamam mı.
-Bizim burada kazandığın paralarla aldın değil mi? diye sordu.
-Evet, dedim. Sen de bu ülkede çalışıp kazanıyorsun. Para biriktirip sen de bir ev alsaydın.
-Ev almak öyle kolay mı? Kirada oturuyorum, yanıtını verdi.
-Ben oturduğum daireyi satın aldım.
Komşum renkten renge giriyordu. Hayret dolu kıskanç bakışlarla:
-Ne zaman, nasıl aldın? Bu kadar parayı nerden buldun? diye sordu.
-Bankadan kredi çektim. Kira öder gibi borcumu ödüyorum.
Artık acıma sırası bana gelmişti:
-Yıllık izin alınca nereye gidiyorsun? diye sordum.
-Nereye gideceğim? Evde, bahçede, birahanede vakit öldürüyorum.
-Yazık! Çok yazık!… dedim. İşte şimdi ben sana acıyorum. Ben her sene Türkiye‘ye gidiyorum. Senede altı hafta tatil yapıyorum; deniz, güneş, kum, kızlar…
Komşum bana diyecek söz bulamadı, başını önüne eğdi. O sözü bana söylediğine de, söyleceğine de bin pişman olmuştu. Çekip gitti. Üst katta oturan komşum o günden sonra sonra benimle konuşmak bir yana bana selam bile vermez oldu. Şimdi ne zaman beni görse yolunu değiştiriyor. Kim ne derse desin; adamlarda kıskançlık var. Bir yabancının kendilerinden daha iyi olanaklara sahip olmasını çekemiyorlar. Kardeşim, çalış senin de olsun.
Ahmet’in daha anlatacak çok öyküsü vardı, ama arkadaşlarına haksızlık yapmak istemedi. Sözü onlara bıraktı.
***
Moers kentinden maden mühendisi Yusuf Bey anlatmaya başladı:
-Bizim kentte çok ilginç bir arkadaş var. Tanırsınız Mehmet Bekâr. Çalışkan, azimli bir insan. SPD’den Eyalet Meclisi’ne milletvekili seçildi. İnsanlarla çok iyi bir diyaloğu var.
Milletvekili oldu ya şehirdeki bütün etkinliklere katılır, vatandaşlarla görüşür, onların dertlerini dinler, yardımcı olmaya çalışır.
Bundan kısa bir süre önce bizim mahallede bir sokak şenliği yapıldı. Yiyecek içecek satılıyor, müzik, eğlence gırla gidiyordu. Birlikte oraya gittik. Milletvekili olduğu için herkesle tokalaşmaya, hâl hatır sormaya başladı. Alman Kızılhaç Örgütü’nün (Rotes Kreuz) kent başkanının elini sıktı.
“Eğlenceniz nasıl gidiyor?” diye sordu.
Adam suratını ekşitti. Sonra ne dedi, biliyor musunuz?
“Siz gelinceye kadar iyiydi. Şimdi tadı kaçtı.”
Arkadaşımız ne diyeceğini bilemedi. Yürüdü gitti. Bu söze ben de çok bozuldum.
O ise arkamızdan laf atmayı sürdürdü:
“SPD, partide sizden başka milletvekili olacak adam bulamadı mı?”
Bu olaya bizzat tanık oldum. Adam zoru başarmış, seçmenin desteğini, sevgisini kazanmış, milletvekili olmuş. Yabancı olduğu için hâlâ dışlanıyor, küçümseniyor. Bir milletvekili bunu yaşarsa sıradan vatandaşın neler yaşadığını artık siz düşünün.”
***
Öğretmen Kadir Akyazı’nın sabırsızlığı yüzünden okunuyordu.
“Yaşadığım bir olay yüzünden az kalsın depresyona giriyordum. Aylardır moralim bozuk. İlk kez bu toplantıda size anlatıyorum” diye söze başladı.
“Otuz sekiz yıldır bu ülkede yaşayan ve çalışan bir öğretmen olarak kendimi bu ülkenin bir parçası sanırdım. Meğer öyle değilmiş.”
“Hayrola Hocam! Bize bundan niye söz etmedin?”
“Etsem ne fark eder ki?”
“Biliyorsunuz, Velbert’te oturuyorum. Bir gün bir Schrebergarten önünden geçerken içeriye baktık. Yemyeşil bahçeler, bir bölümü çimenle kaplı, öbür tarafta çiçekler, sebzeler ve meyve fidanları. Her bahçenin içinde küçük bir kulübe var. İnsanlar oturmuş; kimi kitap okuyor, kimi güneşleniyor, kimi de mangal yakmış. Burnumuza mis gibi et kokuları geliyor. Köyümüzü, köydeki bahçelerimizi, bağlarımızı düşündüm. Eşim uzun zamandır,
“Evde canım sıkılıyor, bir bahçemiz olsaydı,” deyip duruyordu. Karımın yüzüne bakınca içinden geçenleri hemen anladım. Levhadan, bahçelerden sorumlu yetkilinin telefon numarasını aldım. Yabancı olduğumuz anlaşılmasın, diye oğluma telefon ettirdim. Biliyorsunuz o üniversiteye gidiyor ve Almancayı aksansız konuşur. Neyse uzatmayalım. Bayan Fischer bize randevu verdi.
Sözleştiğimiz gün gittik, henüz boş olan bahçeyi gezdik. Çok hoşumuza gitti. Elli beş Alman ailesi burada bahçe kiralamıştı. İlk Türk biz olacaktık.
Kadının bize söylediği fiyat biraz fazla geldi. Pazarlık yapmak istedik; ama Bayan Fischer, “Fiyatlarda bir indirim söz konusu değil. Bu herkes için geçerli” deyince söylenen fiyatı kabul ettik. En kısa zamanda bahçeyi almak istediğimizi söyledik. Bayan Fischer,
“Bu isteğinizi yönetim kuruluna ileteceğim. Orada görüşüp karara bağlandıktan sonra sizi haberdar ederim” dedi.
“İnşallah!” deyip oradan ayrıldık.
Artık bizim de bir bahçemiz olacaktı. Yaşadığımız stresi atacak, boş vakitlerimizi orada geçirecek, Alman komşularımızla kaynaşıp dostluklar kuracaktık. Okulumdaki iş arkadaşlarıma, komşularımıza müjdeyi verdik. “Yakında bizim bir bahçemiz olacak. Hepinizi mangala bekleriz” dedim.
Aradan iki hafta geçti. Bizi hâlâ arayan soran yok. Sonunda telefon açtım.
Bayan Fischer:
“Yönetim Kurulu olarak başvurunuzu görüştük. Kusura bakmayın ben elimden geleni yaptım ama yedi üyeden dördü bir Türk ailesinin burada bahçe kiralamasına razı olmadılar” dedi.
Kadından bu sözleri duyunca âdeta dilim tutuldu. Israrla sebebini sordum. Kadıncağız sonunda söyledi. Yönetim kurulu toplantısında Türklerin bahçelerde fasulye yetiştirdikleri ve fasulyelerin dibine eğri büğrü sırıklar diktikleri konuşulmuş. Bu sırıklar onları çok rahatsız edermiş. Bunu duyunca az kalsın , “Hay fasulye sırıkları sizin…” diyecektim ama kendimi zor tuttum. Telefonu kapattım.
O zaman anladım ki biz bu topluma ait değiliz. Entegrasyon için yaptığımız bütün çalışmalar boşa gitmiş; söylenen lâfların hepsi boşmuş.
Alman bahçe sahiplerinin bizden çekinmelerini, korkmalarını bir türlü anlayamadık. Yani elli beş Alman ailesi bir Türk’ü entegre edemez miydi? Ben onların arasına girmekten korkmuyorum da onlar neden bir Türk ailesinden bu kadar çok korkuyorlar? Oysa onların bahçe kültürüne katacağımız, bizim de onlardan öğreneceğimiz çok şey vardı. Yazık oldu. Almanlar bizi içlerine almadığı sürece, biz ne kadar çaba gösterirsek gösterelim hepsi boşuna.”
Ardından ben söz aldım:
“Oğlum Herten’de bir ortaokula gidiyor. Okulda yüzün üstünde Türk öğrenci var. Almancayı ve İngilizceyi herkes zorunlu olarak öğreniyor. İkinci yabancı dil olarak Fransızcayı, ya da İspanyolcayı seçmek zorundalar.
Çocuklarımız, anadilleri olan Türkçeyi seçmeleri halinde hem derslerde daha başarılı olacak, hem de ileride iş ve meslek şansları artacaktı. Aileleriyle, arkadaşlarıyla iyi bir iletişim kuracaklar, özgüvenleri gelişecekti. Ayrıca anadillerini iyi öğrenen çocuklar diğer dilleri de daha iyi öğreneceklerdi. Bu nedenle çocuğumun Türkçe dersi alması için okul müdürlüğüne bir dilekçe ile başvurdum. Okul müdiresi:
“O zaman İspanyolca ve Fransızca derslerine ilgi azalır. Türk çocukları kendi dillerinde daha başarılı olacakları için Almanlardan daha iyi not alırlar. Bu ise Alman çocuklara haksızlık olur. Bu dersi okulda veremeyiz” deyip kestirip attı. Niyetleri belliydi; çocuklarımıza Türkçeyi unutturmak, onları asimile etmek istiyorlardı.
Müdire Hanıma okuldaki Türk velileri ile birlikte bir toplantı düzenlemeyi, velilerin bu konuda kendilerinin karar vermelerini önerdim. O ise böyle bir toplantı düzenleyemeyeceğini söyledi. Bunun üzerine kahvelerde, camilerde imza toplamaya başladım. İmzaların bir kısmını ise okulda yapılan velilerle konuşma gününde toplamıştım. Diğer günler ise oğlum bana bu konuda yardımcı oldu. Bu derse ilgi duyanlara dilekçeleri ulaştırdı.
Sonunda toplam yetmiş altı imzayı Müdire Hanıma teslim ettim. Müdire Hanım küplere bindi. Oğluma uyarı cezası, bana okula girme yasağı verdi. Okuldaki huzuru bozduğumdan, velileri etkilemeye çalıştığımdan, öğrenciler üzerinde baskı kurduğumdan söz ediyordu. Avukat tuttum. Hakkımı arıyorum.
Lâfa geldi mi insan haklarından söz ederler. Hani nerde bizim anadili hakkımız? Bizim dilimizi yok sayanlar, bizi insan yerine koymuyorlar demektir. Maalesef Almanya’nın durumu budur.
“Bizim kabullenme kültürüne ihtiyacımız var, tolerans bir hakarettir.”diyen Goethe ne büyük adammış. Bunlar bırakın kabullenmeyi, haklarımıza saygı göstermeyi; hoşgörülü olmayı bile beceremiyorlar.”
***
“Arkadaşlar benim adım Muammer Yapca. Bin dokuz yüz yetmiş yılından beri Almanya’dayım.   Biliyorsunuz on yıldır işçi emeklisiyim. Uzun yıllar fabrikalarda çalıştım. Bütün iş arkadaşlarım Alman’dı. Hepsiyle gayet güzel anlaştım. Birlikte çalıştık, şakalar yaptık, güzel günlerimiz oldu. Çalıştığım işyerine bir Türk işçisi aldırma olanağım olduğu halde bunu yapmadım. Bizim vatandaşların ne yapacağı belli olmaz. Ya arkamızdan dedikodu yaparlar ya da kendi yerlerini sağlama almak için beni şikâyet etmeye kalkarlar, diye düşündüm.  Belki de boş bir endişeye kapıldım.
Çocuklarımı Türklerin hiç gitmediği Katolik anaokuluna ve Katolik ilkokuluna gönderdim. Oralarda da bir sorun yaşamadım. Çocuklarımın hepsi çok iyi Almanca öğrendiler, iş güç sahibi oldular.
Komşularımıza gelince… Bizim binada altı aile var, tek Türk biziz. Alman komşularımla hiçbir sorunum yok.  Önceleri Alman komşularım birbirlerine selam bile vermiyorlardı. Aileleri tek tek evime davet ettim. Onlar da beni çağırdılar. Giderek tüm aileleri kaynaştırdım. Bizim binada çok iyi bir ortam oluştu. Neredeyse yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez. İkide bir bahçede mangal yakarız. Onlar domuz sucuğu pişirir, ben ise Türk sucuğu. Onlar beni biraya alıştırdı, ben ise onları rakıya. Gül gibi geçinip gidiyoruz.
Burada bazı arkadaşlar Almanlar hakkında olumsuz şeyler anlatınca ben şaşırıyorum. Her insan bir değil ki… Herkesin kendi hatasını gözden geçirmesi, karşı tarafı anlamaya çalışması lazım.
Gelelim Türkiye’deki durumumuza… Dokuz yıldır Mersin’de yazlığım var. Yılın altı ayı oradayım. Komşum bir mühendis. Bu kadar süre içinde kendisiyle oturup sohbet etmek bir yana dokuz kere bile selâmlaşmadık. Ben onunla samimiyet kurmak istiyorum; ama adamın havasından yanına varılmıyor. Ben işçiyim, o mühendis. Arada sınıf farkı var.  Nerede olursan ol, üst tabaka alt tabaka ile görüşmek, diyalog kurmak istemiyor. Bence bu durum Almanya’da da böyle. Önemli olan insan olmak… Bunu da herkesten bekleyemeyiz.
Lâfa geldi mi mangalda kül bırakmayız. “Yok, şöyle kültürlüyüz, yok böyle misafirperveriz” deriz.
Türkiye’de gazeteleri, televizyonları izliyorum; trafik kazalarından hırsızlığa, mafya cinayetlerinden, tecavüzlere kadar her türlü olayı duyunca huzurumuz kaçıyor. Memlekette, bizim gençliğimizdeki insaniyet, komşuluk, arkadaşlık kalmamış. Her şey para olmuş; paran kadar insana değer veriyorlar.
Almanya’yı özleyerek geliyorum buraya. Burada zorluklar yok mu? Elbette var. Yabancı olmak her yerde zor. “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin” demişler. Almanya’da bir azınlık olarak yaşıyoruz. Bizim de kendimize çekidüzen vermemiz, hakkımızı aramamız, özellikle eğitime yatırım yapmamız gerekiyor.”
***
Ardından öğretmen İlhan Çetin söz aldı:
“Muammer, iyi güzel söylüyorsun ama bizim Alman komşular bir âlem. Bize çekinerek, korkarak bakıyor. Sanki biz Afrika’nın balta girmemiş ormanlarından gelmiş yamyamlarız. Bazıları insanın verdiği selamı bile  almıyor.
Bizim binada Helga adında yalnız bir bayan oturuyor. Allah kimseyi yalnız bırakmasın. Evde yemek pişer, kadını çağırırız. Sağ olsun, yemeklerimizi çok beğenir. Bahçede mangal yakarız. Helga’yı çağırmadan lokmalar boğazımızdan geçmez; sanki ayıp bir şey yapıyormuşuz gibi gelir bize. Helga bize öyle alıştık ki çat kapı içeri girer.
İyi güzel de, hep biz Helga’yı çağırıyoruz; ama o bir kerecik olsun,  “Bize de buyrun, size kahve yapayım.” demiyor.
Bir gün hanım ve çocuklar Helga’nın kapısını çaldık. Helga kapıyı şöyle bir araladı.
“ Was ist?” (Ne var?)
Ne diyeceğimizi şaşırdık. Kadın bize o kadar geldi gitti; sanki bizden hiçbir şey öğrenmemiş. İnsan kapı çalınınca önce misafiri içeri buyur eder; yer gösterir, “Çay mı kahve mi içersiniz, karnınız aç mı?” diye sorar.
Onun “Was ist?” demesi beni çileden çıkarmıştı. Helga’nın azıcık açtığı kapıyı ardına kadar açtım; adeta zorla içeri girdik.
“Helga, biz geldik biz… Sana misafirliğe geldik. Bir kahveni içeceğiz. Varsa pasta da yeriz” dedim.
Helga bize yer gösterdi. Suratından düşen bin parçaydı. Neyse, kahvemizi yaptı. Yandaki mağazadan uyduruk bir pasta aldı getirdi. Sohbet etmek istedik; ama kadının suratı adeta sirke satıyordu.
Helga bu ziyaretten sonra bir daha bizim kapımızı çalmadı. Biz de onu çağırmadık. Hani, “Almana kırk kere iyilik yap, bir kere yapma senden kötüsü olmaz” derler ya bizimki de öyle oldu.
Entegrasyon diyorlar. Hep biz mi size uyacağız? Biraz da onlar bize uysun. Uyum karşılıklıdır. Hepimiz birbirimizden bir şeyler öğrenebiliriz.”
Öğretmen İsmail Dolap söz aldı:
Elli yıldır bu ülkede yaşıyoruz, hâlâ aynı konuları tartışıyoruz, henüz bir ilerleme  sağlayamadık. Hep savunmadayız. Sürekli bize karşı yapılan saldırılara cevap yetiştirmek için uğraşıyoruz. Bu durum bizi çok alıngan yaptı. Bazı şeyleri kafamıza çok takmayalım. İster beğensinler, isterse beğenmesinler. Ben bu ülkede yaşıyorum. Beni istemeyeni ben hiç istemem…
Artık gündemi değiştirmemiz lazım; entegrasyon ve yabancılar konusu kabak tadı vermeye başladı. Keşke Almanlarla çalışanların haklarını, artan yoksulluğu, işsizlik, çevre, barış, eğitim, ülkemizin ve dünyamızın geleceğini konuşabilsek… O zaman ne kadar çok ortak noktamız olduğu ortaya çıkar ve belki birbirimizi daha iyi anlarız.”
Dernek başkanı Ali konuşmacılara teşekkür ettikten sonra sözü bağladı:
“Arkadaşlar! Gördüğünüz gibi anlatacak çok derdimiz, konuşacak çok sözümüz var. Yabancı olmak her yerde zordur. Almanya’da bu daha da zordur. Bu zorlukları göze almalıyız. Yerlilerin göçmenlere karşı anlayışlı davranması, onlara yardımcı olması, yaşamlarını kolaylaştırması gerekir. Bir ülkenin uygarlığı, azınlıklara karşı takındığı tavırla ölçülür. Siyasetçiler yabancılar üzerinden siyaset yapmaktan uzak durmalıdırlar.
Biz göçmenler de içinde yaşadığımız toplumun kurallarına uymalı, kültürüne saygılı olmalıyız. Türkler ve Almanlar birbirimizi olduğu gibi kabul etmeliyiz. Zamanla her şey yoluna girecek, kültürler birbirini etkileyecektir. Yeter ki içimizdeki önyargıları ortadan kaldıralım.
İsterseniz bir dahaki toplantımıza Alman arkadaşlarımızı, komşularımızı da çağıralım. Bakalım onlar neler söyleyecekler? Ne demişler; “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır.”
Bahattin GEMİCİ

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.