DOĞU ANADOLU GEZİSİ (Vl): MUŞ

ABONE OL
21:50 - 01/01/2023 21:50
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

MUŞ

“Muş, Doğu Anadolu Bölgesi’nde bir ilimizdir. Deniz seviyesinden 1350 m. Yüksekliktedir. Çavuş Dağı’nın eteklerinde kurulmuştur. Medeniyetler şehridir. M.Ö.2000 yıllarına tarihlenir. Muş’ta hayat Urartularla başlar. Muş’un, Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in torunu Muş tarafından kurulmuş olabileceği de rivayetler arasındadır. Muş, İbranicede ‘Sulak, verimli otlak’ anlamına gelir. Havası, suyu, dağları, yaylaları, laleleri, çiçekleri, yemyeşil yazları, ilkbaharda gelinlik giymiş gibi bembeyaz renge bürünen ovası ile adeta bir yeryüzü cennetidir. Muş ovasına Murat nehri hayat vermektedir.

Malazgirt, Muş’un önemli bir ilçesidir ve Türklerin Anadolu’ya giriş kapısıdır. Malazgirt, 26 Ağustos 1071 tarihinde, Selçuklu Sultanı Alparslan ile adını tarihe altın harflerle yazdırmıştır. Yeni kazanılan vatan, siyasi ve askeri mücadelelerin merkezi olduğu kadar Türk dilinin, Türk Kültürünün, Türk sanatının ve İslam medeniyetinin de merkezi olmuştur…”

Rehberimiz Emin otobüste bu şekilde tanıttı Muş’u. Çünkü biz Malazgirt’e maalesef gitmeyecektik. Malazgirt Meydan muharebesinin yapıldığı toprakları görsek ve hayalimizde muharebeyi canlandırmak iyi olurdu ama olmadı. Önceden belirlediğimiz gezi güzergâhının dışına çıkamazdık. Çıkarsak bütün güzergâhta değişiklik yapmamız gerekirdi. Belki başka sefere inşallah.

Muş onuncu yüzyılda Bizans tarafından ilhak edilmiş. Xll. Yüzyılda da Selçuklular tarafından. Selçuklular yerli halka (Ermeniler) adil bir yönetim sağlamış, onların sosyal, dinî, ticarî ve kültürel hayatlarına müdahale etmemiş. Ağır vergilerle halkın belini bükmemiş. Bu yüzden Türkler Ermeniler tarafından çok sevilmiş ve hatta Bizans’a tercih edilmişler.

Gel zaman git zaman, aradan 700 yıl geçmiş. 1916 yılına gelindiğinde bölgeyi Ruslar işgal etmiş ve Ermeniler de tercihlerini bu sefer Ruslardan yana koymuşlar. Ruslarla birlikte olup o güzelim tarihi mirası talan etmişler. Binlerce yıllık birikim yok edilmiş.

Muş, lalesi ile meşhur olan bir şehirmiş.  Nisan sonu ve Mayıs başlarında çiçek açarmış ve 15 gün sonra da maalesef dünyaya gözlerini yumarmış. 15 günlük kısa bir ömür. Vardır bunun da bir hikmeti. Yoksa 15 günlük bir yaşam için niçin yaratılsın? Hem de sadece Muş’ta.

Yemen türküsü eşliğinde girdik Muş’a. Koro halinde söyledik bu türküyü. Aradan geçen zaman unutturmamış Yemen’e giden kınalı kuzuları. Nesilden nesile nakledilip geliyor acılarımız. Yemen türküsünde vurgulanan yerin Muş olmadığını biliyoruz. Muş yerine “Huş” denileceğini de biliyoruz. Buna rağmen Muş demeye devam ediyoruz. Alışkanlıklar öyle kolay kolay terkedilmiyor. Tabi ki Yemen’e giden askerlerimiz de oralardan dönmeyince… Birçok ailenin ocağına ateş düşmüş, kolay değil. Muş, telaffuz olarak Huş’a da yakın olunca  “Burası muştur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir” şeklinde ağıt yakmak o kadar da zor olmamış.

Öğle yemeğinde İbo Kardeşlerin mekânında idik. Ciğer yedik orada. Ocak başında ciğer. Ocağın başındaki görevli kişiye, ciğer, şişe takılmış olarak veriliyor o da pişirip elinizdeki lavaşa koyuyor. Ben bir şiş yerine iki şiş koydurdum lavaşa. Ciğer yediğim belli olsun istedim. Birkaç lavaş arka arkaya yenilince sonradan sıkıntı doğdu. Ocak başında taze ciğer yerseniz ve biraz da abarttınız olacağı budur. Aç gözlü olmamak gerekiyor. Soda falan içerek şişkinliği düşürmeye çalıştım ama fayda etmedi.

Mekân sahipleri ve çalışanları güler yüzlerini ve tebessümlerini bizden esirgemediler. Biraz sohbete dalınca işçilerden bazıları yanımıza yaklaştı ve Almanya’ya nasıl gidebileceklerini sordular. Demek ki Almanya Türkiye’den bakınca hâlâ cazibesini sürdürüyor.

Cumhuriyet caddesindeyiz. Caddede yenileme çalışması yapılıyor. Ortalık toz duman. Terör yavaş yavaş sona ermeye başlayınca, esnafın yüzü gülmeye başlamış. Ticaret gelişmekteymiş. Şehrin çehresini değiştirme çalışmaları başlamış.

Emin para bozdurmak isteyenlerin Muş’ta bozdurmaları gerektiğini söyledi. Bundan sonraki uğrayacağımız şehirlerde müsait zamanımız olamayabilirmiş. Akşam şehre geç vakitte varılacak ve sabah da erkenden yola çıkılacakmış. Tavsiyeye uyduk ve paramızı burada bozdurduk.

Emin, Muş’ta tarihi ve kültürel dokunun fazla olmadığından bahisle yemekten sonra yola devam etmemiz gerektiğini söyledi. Malazgirt Meydan savaşını da otobüste anlatınca Emin yolumuza devam ettik. Hedefimizde Elâzığ var. Akşam Elâzığ’da konaklayacağız. Bingöl üzerinden geçeceğimiz için önce yüzen adalara varacağız.

Yüzen adalar, Bingöl’ün Solhan ilçesinin Hazarşah Köyünde. Daracık sokaklardan yokuş aşağı iniyoruz otobüsle. Köy evlerinin arasından. Köylüler gelip gidenlere alışmış olmalılar ki; otobüsle oradan geçiyor olmamız onları fazla ilgilendirmedi. Bizim oradan geçiyor olmamız tavukları, koyunları, inekleri de ilgilendirmedi. Bakmadılar bile yüzümüze. Hepsi kendi alemindeydi.

Madem turizme açtınız yüzen adaları, yollarını bari düzenlesenize, onu da yapmamışlar. Bırakın yolları düzenlemeyi, çevre düzenlemesi de yapmamışlar. Oraya bir kahve açmışlar. Başına bir de görevli kişi koymuşlar, her şey olmuş bitmiş. Biz adalardan önce o kahveye uğradık. Bir Türk kahvesi içelim istedik. Görevli kişi “o konuda hazırlığım yok” dedi. Çay içmemizi önerdi. “Çaykur çayı” mı? Diye sordum. Hayır, kaçak çay dedi.  Çay içenlerimiz oldu.

Doğanın güzelliğini doya doya yaşayalım, içimize bolca oksijen çekelim kahve eşliğinde dedik ama olmadı. Öyle her şey istemekle olmuyor. Mekân da ormanların içinde olduğu halde dokuyla uyum değildi.

Kahveyi işleten görevli orta yaşlarda biri. Biz yukarıdan gelirken mekânda Kürtçe müzik çalıyordu. Son ses. Ormandaki börtü böcek- kuşlar ve hayvanlar da dinlesin diye ses o kadar yüksek açılmış olmalı. Kahvenin terasına girdiğimizde müzik Türkçe olarak değişti. Ben görevliden Kürtçe müziğin devam etmesini istedim. “Peki abey” dedi. Ayrıca volümü de düşür dedim. Ona da ”peki abey” dedi. Anladık ki, Hâlâ oralarda Kürtçe-Türkçe ayırımı yapılıyor. Bu konuda ayrım yapan kendini bilmezler vardır elbet.

Önce tuvalet ihtiyacımızın giderilmesi için gösterilen yere gittik. Türkiye’de genelde görmeye alıştığımız manzarayla karşılaştık. Koku ve pislik. Burada biraz daha abartı var.

Görevli kişiye tuvaletin neden bu kadar pis olduğunu sordum, aldığım cevap, “Abey sizden önce bir grup vardı, arkasından siz de gelince temizlemeye vaktim olmadı.”

Çaylar da yolcu işi. Ortalık darmadağın. Üçüncü bir personel istihdam edecek kadar yoğunlukta gruplar geldiğini sanmıyorum. İki kişi çalışıyormuş, birisi adalardan sorumluymuş öbürü de kahveden. Madem oranın görevlilerisiniz, ortalığa çeki düzen verin be adamlar.

Gölde yüzen üç tane ada var. Göl dedimse öyle gözünüzde büyütmeyin, bir su birikintisi işte. Görevlinin dediğine göre derinliği 50 metreymiş. Hatta adalardan birinin üzerinde  ağaç bile var. Diğerlerinin üzerinde değişik otlar ve çimenler yetişmiş. Etrafı çit ile çevrili. Yaşlı bir görevlisi var. Elinde kocaman bir değnek, dışarıdan adaları küçük dokunuşlarla hareket ettiriyor. En fazla bir metre oynuyorsunuz yerinizden. Hepimiz çıktık adaya.  Aslında eğlenceli. Alışılmadık bir durum. Adacıklar topraktan ve gölden bağımsız bir şekilde oluşmuşlar. Görevli küçük küçük dokunuşlarla bir oraya bir buraya iteledi bizi. Fotoğraflar çekildik, adaklar diledik.

Göl ıslah edilirse, balık falan atılırsa, çevre düzenlemesi yapılırsa ve işin ehli kişiler orada istihdam edilirse, sırf yemek yemek için bile oraya gidilir.

Saat 18 civarında otele geldik. Eşyalarımızı yerleştirdik. Elâzığ’ı keşfetmek isteyenler şehre gittiler. Ben ve Zülfikar otelde kaldık. Yıllar sonra kadim dostum Rüştü Emir’le buluştuk otelde. Eski defterleri karıştırdık. Güncel konulara değindik, biraz da siyaset…Rüştü çok dertli. Eskiden de dertliydi. O derdi ona Çameli’ne balık çiftlikleri kurdurdu. Elma ve kiraz bahçeleri yaptırdı. Vizyon getirtti Çameli’ne. O zamanlar Çameli’nde ziraat müdürü olarak çalışıyordu. 1980’ li yıllar. “Çameli’ne bir ziraat müdürü gelmiş, namaz kılıyormuş, oruç tutuyormuş, hanımının başı da kapalıymış” diye tanıttılar bana onu. O dönemler, halkın Müslümanlıkla alakası olan bir devlet memuruna hasret kaldığı dönemler.

Hatırlıyorum, siyah beyaz televizyonun çıktığı o tarihleri. Devleti yönetenlerden birisi inşallah derse, Allah’a ısmarladık derse; “aaa inşallah dedi, Allah’a ısmarladık” dedi diye sevgimiz akıveriyordu o tarafa. “Müslüman adam be. Baksana İnşallah dedi…”

700 sene dünyaya Müslüman olarak nizam ver, sonra da torunların kendi yöneticilerinden ‘inşallah’ kelimesini duymaya hasret kalsın… Nereden nereye…

Sevgili Adaşım, cevizli sucukların lezzetliydi. Severek yedik onları. Senin kulağını da çınlattık.

Sevgili Adaşım, dosttan gelen tavsiyelere kulak tıkamayacağını ümit ederek derim ki; olanlara, olup bitenlere biraz sükûnetle mi yaklaşsan, ne dersin?…

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.