DOĞU ANADOLU GEZİSİ (lV)

ABONE OL
12:27 - 28/11/2022 12:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 

IĞDIR-VAN

Iğdır, Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nde Kars’tan ayrılarak kurulmuş yeni bir il. Yeni il olmasına rağmen yapılaşma çok kötü. Planlama düşünülerek yapılmamış. Çarpık yapılaşma derler ya işte ondan. Nüfusu köy ve belde nüfuslarıyla birlikte 200 bin civarındaymış. Iğdır, Türkiye’nin üç ülkeyle sınırı olan tek iliymiş. Ermenistan, Nahcivan Özerk Cumhuriyeti ve İran ile sınır komşusuymuş. Iğdır, tarih öncesi çağlardan bu yana önemli bir yerleşim merkeziymiş ve verimli bir ovaya sahipmiş. Ova, Karasu ve Aras Nehirleri tarafından sulanırmış. Iğdır ovası Ağrı Dağı tarafından koruma altına alınmış. Ortalama sıcaklık 11.6 derece imiş. Kışlar ovada daha yumuşak, yazlar ise daha uzun ve sıcak geçermiş. Her türlü meyve sebze yetişirmiş Iğdır Ovası’nda. Akdeniz Bölgesi’ne benzermiş iklimi. Bilhassa Iğdır Kayısısı kayda değer bir aromaya sahipmiş ve bu kayısı dünyada sadece Iğdır’da yetişirmiş.

Şehrin en büyük nüfus yapısını Azeriler ve Kürtler oluşturmaktaymış. Günlük konuşulan dil, Azerice ve Kürtçeymiş. Nevruz ve Muharrem ayı kutlamaları önemli kutlamalardanmış. Iğdır’ın sembolü leylek imiş. Şehrin girişinde iki tane devasa leylek heykeli misafirlerini selamlıyorlar. Hoş geldiniz sefalar getirdiniz.

Iğdır, her yıl mart ayı itibarı ile göçmen kuşların konaklama ve geçiş yeri haline gelmiş. Iğdır ülkemizde bulunan 486 kuş türünün 325’ine ev sahipliği yapmaktaymış. Bunların içinde en ilgi çekici olanı Iğdır’ın sembolü haline gelen leylekmiş.

Iğdır yöresinde leylek hakkında birçok inanış varmış. Mesela: Leylek bacalara veya evin yakın bir yerine yuva yaparsa o evin kötülüklerden korunduğuna, tabiatta bulunan zararlıları temizleyerek de bereketi getirdiğine inanılırmış. Leyleği ilk defa havada görenlerin o yıl çok seyahat edeceğine, evinin çatısına leylek konanların da yakın zamanda ev sahibi olacağına inanılırmış. Çok seyahat edenler için söylenen “Leyleği havada gördün galiba…” deyimi buradan gelirmiş.

İşte Anadolu, işte benim ülkem. Neresine giderseniz gidiniz ayrı bir hikâyesi ayrı bir iklimi ayrı bir güzelliği var. Ülkemizi tanıdıkça ne diye bu ülkeyi ısrarla bölüp parçalamak istiyorlar daha iyi anlıyoruz.

Ülkeyi yönetenleredir sözüm: “Ne olur özellikle çocuklarımıza, gençlerimize ülkelerini tanıtın. Yerinde tanıtın. Okul gezileri düzenleyerek tanıtın. Her yıl bir başka bölgeye rehberler eşliğinde geziler düzenleyerek tanıtın. Bu gezileri cüz’i bir ücret karşılığı yapın, işadamlarından destekleyici olmalarını isteyin. Ama mutlaka bu gezileri düzenleyin. İnsan tanımadığının bilmediğinin düşmanı olurmuş. Okul kitaplarında yazılanlarla ülke tanınmıyor. Oralara gitmek lazımdır, sıcak temasların kurulması lazımdır, arkadaşlıklar edinilmesi lazımdır.

Bizim bu gezimiz Türkiye’ye yaptığımız dokuzuncu gezidir. Her yıl bir bölgesini geziyoruz ülkemizin. Türk Eğitim Derneği üyeleri yapıyor bu gezileri. Geziye katılan üyelerimiz Türkiye’ye hayran kalıyorlar. Neden bu yaşa kadar biz buralara gelmemişiz diyorlar. Tanıtmayınca tanınmıyor, teşvik etmeyince de gidilmiyor…

Soykırım Anıtı ve Müzesi

Bu anıt 1915-1920 tarihleri arasında bölgede yaşayan Ermeni saldırılarını sembolize edermiş. Türkiye’nin en yüksek anıtıymış. 1997-1999 tarihinde hizmete girmiş. Müzede Ermenilerin yaptıkları toplu katliamları ispatlayan belgeler ve eşyalar varmış. Bilhassa işkence gören insanların işkence aletleriyle birlikte sergilenen kemikleri varmış. Rehberimizin anlattığına göre 4 sene önce kemikler oradaymış. Anıt tamire girince o kemikler oradan kaldı-rılmış. Resimleri de yok edilmiş. Sadece yazılarla anlatılmış olup bitenler (2022). Siyaseten midir yoksa ihmalkarlık mıdır bilinmez. Her iki durumda da hoşgörü ile yaklaşılacak bir durum değil.

Müzenin giriş kapısı Selçuklu geleneklerine göre yapılmış. Suni bir tepenin ortasında konuşlandırılan 5 kılıcın eğri uçları yukarıda birleşerek kubbe şeklini almış. Kabzaların dış yüzlerindeki her kılıçta birer asker figürü var. Figürler farklı. Her kılıç kabzasında bir tarihi devrin askeri tasvir edilmiş. Bunlar sırasıyla, Hun, Göktürk, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye askerleriymiş.

Ermeni katliamlarıyla ilgili, Tarihçi Justin McCarthy şöyle demiş: “Kafkasya’da Ermeni çeteleri tarafından Türkler ve Kürtlere katliamlar yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeniler, Doğudaki 6 vilayetin (Sivas, Mamüret’ül Aziz, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum) kendilerinin olduğunu iddia ediyorlardı. Oysa o tarihte o vilayetlerde nüfusun yüzde 17’si Ermenilerden, yüzde 78’i Müslümanlardan oluşuyordu. Ermeniler katliam yaparak nüfusu düşürmek istediler.“

Biz yapılacakları yapıyor ama tanıtımını yapamıyoruz. İnsan, oraya tarihi iyi bilen birkaç uzman kişi görevlendirir ve onlar da her gün orda ziyarete gelenlere Ermeni Mezalimi Anıtı’nın neden dikildiğini anlatırlar. İnsanlar anıta bakıp fotoğraf çektirip oradan ayrılmazlar.

Ayrıca, müze içerisinde anlamlı bir müzik çalınmalı. Ermeni vahşeti video görüntüleri ile salonda anlatılmalı. Ama nerede…!!! İçeride sadece bir güvenlikçi var. Onun da kendisinden haberi yok. Zavallı, hizmet ettiği yer ile ilgili gerekli bilgilerle donatılmamış ki, o ne yapsın.

Anıtın hemen yanı başında iki tane de apartman var. Orada ucube gibi duruyorlar. O ucubeler yıkılmalıdır. Silueti bozuyorlar. Bu şehrin, valisi, belediye başkanı, kültür müdürü yok mudur Allah aşkına?

Ayrıca böylesine anlamlı bir anıt müzenin lavabosu olmaz mı? Olur, elbet ama yok. Gerçekten yokmuş. Ben güvenlik görevlisinin yalancısıyım. Sordum güvenlik görevlisine, sen nasıl yapıyorsun tuvalet meselesini? “Bir şekilde yapıyorum işte” dedi. Belkide orada tuvalet var ama açmıyorlar. Yoksa en yakın yer 10 dakika yürüme mesafesinde.

Engellilerin ve yaşlıların müzeye nasıl çıkacakları da maalesef düşünülmemiş. Anıt müzesi yapılmış yapılmasına da, tanıtımına önem verilmemiş. Yazı ve resimlerin dışında görmeğe değer bir şey yok müzede. Sorumsuz sorumlular yönetici olursa böyle oluyor galiba…

Muradiye Şelalesi

Tendürek Dağı’ndan beslenen Bend-i Mahi Çayı üzerindeki görkemli bir şelale, Muradiye Şelalesi. Şelale, Muradiye ilçe sınırları içerisinde. Van şehir merkezine 80 kilometre uzaklıkta. Şelale adını, Bağdat seferine çıkan Osmanlı Padişahı IV. Murat’tan almış. Şelalenin yük-sekliği 18 metreymiş. Orada bir de asma köprü bulunmakta. O köprüden geçişi korkusuz ve marifetli olanlar başarabilirmiş. Şelalenin çevresinin biraz daha düzenli olması ve temizliğine önem verilmesi gerekiyor. Şelale kışın -20 derecelere düşen havada donarmış. Gün batarken geldik şelaleye, o insanı dinlendiren su çağıltısını sindire sindire dinleyemedik. Çağıltıya sebep olan suyun 18 metreden düşüşünü de maalesef seyredemedik. Biraz da hava soğumaya başlayınca Emin‘in düdüğü acı acı çalmaya başladı. Hemen yola koyulduk. Kaptan Sezgin “Vanlıyam” türküsünü havalandırdı. Bizler de koro halinde eşlik ettik.

“Giderem Van’a doğri

Yolum İran’a doğri

Kes başım kanım aksın

Kıymet bilene doğri

Vanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam

Bu dağın karı benem

Gün vursa erimenem

Yedi yıl yerde yatsam

Aşığam çürümenem

Vanlıyam, şanlıyam, kılıcı kanlıyam”

Van’a girerken Oğuzhan’ı amcalarına teslim etmemiz gerekiyordu. Babasının isteği böyleydi. İsteğe uyduk. Bir gün sonra kaldığımız otele getirecekler. Oğuzhan‘ın dedesi Çaykaralı. Heyelan tehlikesinden dolayı 1965 yılında Çaykara’dan iki köy göç ettirilmiş. Türkiye’nin değişik bölgelerine göç ettirilmişler. Kimisi Muş’a kimisi Hatay’a kimisi Çanakkale’ye hatta Kıbrıs’a bile göç ettirilenler olmuş. Oğuzhan’ın dedesi de Van’a göç ettirilenlerden. Oğuzhan’ın babası Yunus anlatmıştı bunları.

Bulunduğunuz yerden bir yere göç etmişseniz veya göç ettirilmişseniz artık geriye dönüş olmuyor. Bir şekilde kök salıyorsunuz, sonra da orada öylece kalıyorsunuz. Bizler de göç edenlerden değil miyiz? Hangimiz geriye gidebiliyoruz. Buralara kök salmışız bir kere, nasıl gideceğiz. Torun torba derken kalıyoruz işte gurbet ellerde. Gurbet elde kalmak istemeyenler uçağın bagajında dönebiliyorlar geriye. Acı ama gerçek…

VAN

Van, Van Gölü kıyısında, toprakları verimli, akarsuları bol, iklim koşulları oldukça elverişli bir yerleşim merkeziymiş. Bu yüzden tarihin eski çağlarından beri birçok medeniyetin kurulduğu yer olmuş.

Şehri ilk kuran Asur Kraliçesi Semiramis’miş. Urartular zamanında ise şehir bir imparatorluk merkezi haline gelmiş ve Urartuların başkenti olmuş. O zaman Van’a Tuşpa derlermiş. Urartu kralı I. Sarduri Tuşpa’yı başkent yapmış.

Urartulardan kalma Tuşpa Kalesi 3000 yıldır hâlâ ayakta. Kaleye şeytan basamaklarından yürüyerek çıkılıyor. Dik ve zor tırmanıldığından bu adı almış olmalı. Çıkamayanlar aşağıda kaldılar. Hediyelik eşyaların satıldığı yer var orada. Lavabonun yanında, çay kahve de içilebiliyor. Urartu Krallığı’na M.Ö. 612 yılında Anadolu’ya gelen Medler son vermişler.

Evliya Çelebi, Van Kalesi’ni şöyle tanıtmış: “300 kadar yeniçeri ve topçu iç kalede yaşar. Suluk Kulesi üzerindeki bölme hisarlarda evli askerler dururdu. Kale içinde kiliseden bozma Süleyman Han Camii, saray ve medreseler vardır. Van Kalesi’nin yüksek duvarlarına ok eriştirmek imkânsızdır. Ancak, IV. Murat, Revan Savaşı’ndan dönerken Pehlivan Sarı Sulak ile Hacı Süleyman’a ok attırmış ve onların okları kale duvarlarını aşmıştır.“

Osmanlı döneminden kalan Süleyman Han Camii ve minaresi ile askeri amaçlı kerpiç ve taştan çeşitli yapılar hâlâ ayaktalar.

Kalenin etrafında yerleşim merkezi varmış. Kaleden bakınca ayakta kalan minareler ve bazı duvarlarla göz göze geliyorsunuz. Onlar size bakıyor siz de onlara. Sadece bakışıyorsunuz. Ruslar ne var ne yoksa hepsini yakmışlar, yıkmışlar (1918). Ani harabelerinde de aynı şe-kilde katliama şahit olmuştuk. O katliamları da Ruslar yapmıştı. Tarihi eserlerin katliamı. Moğollar gibi.

Türklerin geçmişinde tarihi eser katliamı yokmuş. Hatta yıkılan eserler var ise onları inşa etme geleneği varmış. Türklerin en fazla yaptıkları, kiliseyi camiye çevirmekmiş.

Rehberimiz olmasaydı öylece etrafa bakacaktık, bakışacaktık ve fotoğraf çekilerek geriye dönecektik. Rehbersiz tarih ve kültür gezisi yapmak çok yanlış, boşuna masraf. Bazı arkadaşlarımız kendi başlarına geziler yapıyorlar. Aslında onları tebrik ediyorum. En azından gezip görmek istiyorlar. Koşa koşa köylerine varıp oradan yine koşa koşa geriye dönmüyorlar. Yeni yeni yerler tanımak istiyorlar. Ne kadar güzel. Bu güzelliğe bir güzellik daha katmak gerekiyor; madem oralara kadar gidiyorsun, masraf yapıyorsun, oradan bir de rehber tedarik etsen daha güzel olur. Rehber tedarik edemiyorsan en azından bir broşür alıp okusan veya önceden internetten o yerler hakkında bilgi edinsen geziniz daha da anlamlı hale gelir. Her ilde ve ilçede kültür müdürlükleri var. Oraya gidip başvurmanız yeterli. Sizin yanınıza bir rehber katacaklardır. Ancak ücretini ödemek gerekiyor.

Van Kalesi, kayaların üzerine inşa edilmiş. Van’a hâkim bir kayalığın üzerine. Kalenin eteklerine geldiğimizde otobüs sağa yanaştı ve kalenin yamaçlarındaki Urartulardan kalma bazı adetleri anlattı Emin. Eski devirlerde Göl ile birleşik olduğu anlaşılan bu kayalığın batı ucunda Madır Burcu adı verilen ve I. Sadur tarafından yaptırılan bir iskele varmış. Bu iskelenin inşa kitabesinde çivi yazısı ile şunlar yazılıymış: “Ben, Sarduri Lutipri’nin oğlu; büyük kral, güçlü kral, dünyanın kralı, Nairi ülkesinin kralı, eşsiz kral, savaştan yılmayan kral, ben derim ki; ben bu taş bloklarını -ortalama 35 ton ağırlığında-, Alniunu kentinden getirdim ve bu duvarı inşa ettim.“

Aşağıdan baktığımızda Urartu Kralı Argişti’nin ve başkalarının kaya mezarlarını da görebiliyoruz. Dikkatlice bakınca sunakları da görebiliyoruz.

Urartular Tanrılarına kurbanlar keserlermiş orada. Orada yamacın böğründe duran bir de kapı var. Taç kapı denirmiş o kapıya. O kapıda hangi Tanrı’ya kaç tane kurban kesilmiş ise yazarmış. O kurban ritüellerinin yapıldığı yerler temizlense ve biz de orijinal haliyle oraları görsek ne kadar anlamlı olurdu. Yüce Mevla’mız “yeryüzünde gezin görün ve ibret alın“ diyor ya. İşte o zaman ibret alınabilecek hale gelir bu eserler. O insanlar neler yapmışlar, nasıl bir inanca sahiplermiş, niçin kurban keserlermiş, aile yapıları, mutfak kültürleri, ölülerine gösterdikleri ihtimam, sosyal yaşam vb.

Tarihi eserler yeni yeni koruma altına alınmaya başlanmış. Ancak kazılar yavaş ilerliyormuş. Kazı için irade oluşmuş oluşmasına da, bu sefer de para yok ve eleman yok diyorlarmış.

Van Kedisi

Van Kalesi’nden sonra kedi barınağına gittik. Van kedisi barınağı. 40 yaşlarında bir delikanlı yapmış bu barınağı. Van kedisi, kökeni Van Gölü bölgesine dayanan ve bu sebeple Van Kedisi adını alan kedi ırkıymış. Bir gözünün mavi diğer gözünün kehribar veya yeşil olması ve tüylerinin beyaz olması sıklıkla rastlanan bir durummuş. Yurt dışına çıkarılması izne bağlıymış.

Giriş 10 TL. içeride 20 kadar kedi var. Oradan oraya koşuşup duruyorlar. Çok tatlılar. İnsanlara da alışkın olmalılar, kaçmıyorlar. Birisini omuzuma bile aldım. Barınak sahibi daha büyük bir barınak yapmak istiyormuş ama gerekli desteği alamıyormuş devletten. “Bizim barınaklarımız var senin de ayrıca bir barınak yapmana gerek yok boşuna masraf“ diyorlarmış. Devletin verdiği cevap böyle midir yoksa başkaca şartlar var da bize aktarılan bu kadar mıdır? Onu bilemiyorum.

Van kedisinin göz rengi üç gruba ayrılırmış:

1-Her iki gözü mavi (daima turkuaz mavisi),

2-Her iki gözü kehribar (Sarı renk ve tonları, çok nadiren kahverengi)

3-Tek -göz, yani bir gözü mavi diğer gözü kehribar renkte olanlar.

Yavru kedinin doğumundan 25 gün sonra göz renkleri farklılaşmaya başlarmış ve 40 gün sonra da göz renkleri netleşirmiş. İki kulağı arasında bir veya iki adet siyah nokta bulunan Van kedisi yavrularının çoğu tek-göz olurmuş. Bu siyah noktalar âdeta tek-göz kedilerin mührü olarak tanımlanırmış.

Mehmet Kuşman

Mehmet Kuşman Çavuştepede bizi bekliyormuş. Eskisi gibi zamanını Çavuştepede geçirmiyormuş artık. Arayanlar olursa özel olarak gelip onlarla sohbet ediyormuş. Bizim programın içinde önceden var olduğu için verilen saatte orada olmamız gerekiyordu. Olamadık. Bir saat gecikmeyle Çavuştepeye ulaştık. Mehmet Kuşman elinde belgeleriyle bizi bekliyordu. Hoş-beşten sonra hemen konuya girdik. Uzun uzun konuştu bizimle. Çavuştepedeki kazıları da gösterdi ve de heyecanla anlattı. 82 yaşında olmasına rağmen bizden hızlı tır-manıyordu tepeye. Yaşamının büyük bir bölümünü Urartucaya adayan 82 yaşındaki Mehmet Kuşman dertli hem de çok dertli. “Gelin bu yazıyı size öğreteyim” diyormuş gelen olmuyormuş. “Üniversitede bana yer verin orada öğrencilere yardımcı olayım” diyormuş bakarız diyorlarmış. Yine de olmuyormuş. Bir türlü bakamıyorlarmış vesselam.

Mehmet Kuşman, kendi çabaları ile öğrenmiş Urartu alfabesini ve dilini. 82 yaşındaki Kuşman, dünyada Urartuca yazan, okuyan ve konuşan 12 insandan biriymiş.

Hakkında birçok araştırma yapılan, kitaplar yazılan, belgeseller çekilen, yurt dışında birçok seminere davet edilen Kuşman, ender yetişen insanlardan birisi. Tam bir alaylı.

Mehmet Kuşman, Çavuştepe Kalesinde önce işçi olarak çalışmaya başlamış, sonrasında da bekçi olarak işe devam etmiş. Sonrasını şöyle anlattı: “Çavuş Tepe’de kazılar yapılmaya başladı. Kazılar sırasında orada bir kitabe bulundu. Fakat hocalar o kitabeyi okuyamıyorlardı. Şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlar ve kara kara düşünüyorlardı. Ben de o dönem profesör olanların bu dünyada her şeyi bildiğini düşünüyordum. Fakat öyle değilmiş. O anda ben Urartucayı, öğrenmek için karar verdim ve başladım çalışmaya. Bazı kurumlardan yardım istedim. Hatta kazı ekibinden yardım istedim. Bana ödenek ayıramadılar. Beni desteklemediler. Hatta bana güldüler bile.

Kendi imkânlarımla yaklaşık 3 yılda Urartu alfabesini bir araya getirdim ve öğrendim. Urartu alfabesini ortaya çıkarabilmek için, İran, Ermenistan, Suriye ve Türkiye’nin birçok şehrine gittim. Üç yıllık bir çalışma sonucunda Urartu alfabesini ortaya çıkardım ve kazı ekibine de takdim ettim. Hem yazıyorum hem de okuyorum.

Benim 11 çocuğum var. Şu anda memur olan bir oğlum var. Urartucayı sadece o biliyor. Ona öğretebildim. Fakat o da işi gereği çok fazla uğraşamıyor.

Dünyada bu dili bilen çok az sayıda kişi kaldı. Tahmin ediyorum en gençleri de benim ve 82 yaşındayım. Diğerleri benden yaşlılar. Ben 58 yıldır Urartu Kalesi’nde bu işle uğraşıyorum. Yaşlandım ve artık bu işi yapmakta zorluk çekiyorum. Urartuca dili diğer diller gibi üniversitelerin ilgili bölümlerinde ders olarak okutulmalıdır. Yoksa bunca emek yok olup gidecektir. ” Dedim ya Mehmet Kuşman dertli. Hem de çok dertli…

Bugüne kadar Türkiye, hangi değerine sahip çıkmış da Mehmet Kuşman’a sahip çıkacak.

Keledoş

Mehmet Kuşman’dan sonra serbest zaman verildi. Sabah 08:00’ e kadar isteyen istediğini yapabilir. Önce yemek zamanı. Keledoş yememiz lazım dediler. Van’a özel bir yemekmiş. Biz taksi ile gittik restorana. Yaya gidenler de olmuş. Restoranda buluştuk. Kuşhane Restoranı. Atıştırmalıklardan sonra ana yemek geldi. Mis gibi tereyağı kokusu da önden geldi. İçine kırmızı pulbiberi de atılmış.

En üstte kavurma et var. Etin altında dövülerek ezilmiş özel hazırlanmış bir karışım var. Nohut, ak pancar, kurut, yeşil mercimekten oluşan bir karışımmış. Üzerine bir de o tereyağı dökülmüş. Muhallebi kıvamında özel bir lezzet. Bu yemeğin adı Keledoş. Yeme de yanında yat derler ya işte o cinsten.

Bizler gezi süresince ev yemekleri yapılan restoranları arıyoruz. Bu arayışımız rehberleri fazla mutlu etmiyor ama biz yine de arıyoruz. Bulursak orada yemek yiyoruz bulmaz isek rehberlere tabi oluyoruz. Keledoş ile ilgili anlatılanlar doğruydu. ”Van’a gelip de Keledoş yemeden gidilmez. Gidilirse Van’a geldim dememek lazımdır.“ demişlerdi. gerçekten doğru demişler. Servis yapan gençler de nazik olunca…

Yemekten sonra alışveriş mağazalarını dolaştık. Hureyre nişanlısı ile birlikte damatlık almak için bizden ayrıldılar. 17 Aralık 2022’de düğünü var. Ben de otele çekildim ve Emin kardeşimle öbür günün gezi güzergâhını gözden geçirdim.

Sabah hareket zamanında herkes yerini almış. Artık grup, grup disiplinine alışmaya başlamış. Dolayısıyla da ceza kesilemez oldu. Bir taraftan seviniyoruz grup disiplinine uyulduğu için öbür taraftan üzülüyoruz geç kalan olmadığından ceza kesemediğimiz için. O cezalarla bütçe oluşturup bazı mekânlarda gruba çay kahve ziyafeti çekiyorduk.

Akdamar

Sabah 08’de yola koyulduk. Hedefimizde Akdamar Kilisesi var. Akdamar Adası Gevaş İlçesi’nin sınırları dâhilinde yer alıyormuş. Adaya tekne ile geçtik. Kilise bu adada. Hava oldukça güzel olunca ve tekne de denizde yüzmeye başlayınca gençler durdukları yerde duramıyorlar. Kaptan da gençleri tetikleyen türküleri havalandırınca gençler başladı halay çekmeye. Her yaşın kendine göre güzellikleri var işte. Ne güzel. Bazen insan keşke ben de genç olsaydım diyebiliyor.

Önce adanın etrafında bir tur attık. Sonrasında yaklaştık iskeleye. Kiliseye ulaşmak için yokuş yukarı tırmanmak gerekiyor. Ortodoks kilisesi. Ermenilere ait bir kilise. Kutsal Haç adına Vaspurakan Kralı I. Gagik tarafından 915-921 yılları arasında yaptırılmış. Kilise, mi-marisi yanında dış cephelerindeki figürler ile dikkat çekmekte. Kilisenin figürlü repertuarı oldukça zengin. Harita gibi. İncil ve Tevrat’tan alınmış çeşitli sahneler var. Yunus Peygamber’in denize atılması, Hz. Meryem ve kucağında İsa, Âdem ile Havva’nın Cen-net’ten kovulması, Hz. Davut ile Kral Goliat’ın mücadelesi, Samson Filistinli ikilisi, ateşe atılan üç ibrani genci, bunlardan başlıcaları… Bunlardan başka cephenin alt ve üst kısımlarında, asma sarmaşığından oluşan kuşaklar dolanmakta. Bu kuşakların içlerinde çeşitli dünyevi sahneler işlenmiş. Av sahneleri, çeşitli hayvanlar, güreşçiler ve sarayla ilgili birçok sahneye yer verilmiş. Ayrıca asma sarmaşığı bordürünün içerisinde Abbasi Halifesi Muktedir, başı haleli, bağdaş kurmuş vaziyette bir elinde kadeh, diğer elinde üzüm tutar vaziyette, tasvir edilmiş. Ayrıca hayvan figürleri de hayranlıkla seyredilebilecek figürler arasında. Harika bir Kilise. Bu figürlerin açıklamaları için mutlaka iyi bir rehbere ihtiyacınız olacak.

Alçak bir kapıdan eğilerek kiliseye giriliyor. Saygı için kapı alçak yapılmış. Asıl kiliseye merdivenlerle çıkılıyor. Kilisenin içerisini de günümüzde büyük ölçüde bozulmuş olan freskler süslemekte. Bu fresklerde genel olarak Hz. İsa ile ilgili konular işlenmiş.

Dönüşte öğle yemeği için balık restorana gittik. İnci Kefal yiyecekmişiz. Van Gölü’ne has bir balıkmış.

İnci Kefali

İnci Kefali, Van Gölü’nün tuzlu ve yüksek derecede sodalı sularında yaşayabilen, endemik bir balık türüymüş. Adı kefal olmasına rağmen, aslında o sazangillerin bir üyesiymiş. Son yıllara kadar, göl çevresinde yaşayan insanlar ve bazı bilim insanları dışında kimse varlığından haberdar değilmiş. Çünkü o, iç sularımızda bulunan onlarca türden sadece birisiymiş. En fazla yedi yıl yaşar ve üç yaşında üremeye başlarmış. Üremek için sürüler oluşturarak akarsulara göç edermiş. Üreme döneminde, büyük sürüler halinde akarsulara göç ettiği için tüm dereler balıkla dolarmış. İnci Kefal, Uçan balık, Van Denizi’nin tuzlu-sodalı sularında yaşayabilen tek canlı türüymüş. Dünyada sadece bu kapalı havzada bulunmaktaymış. Kış aylarında gölün 75 m derinliklerine kadar inebilirken, yaz aylarında 10-15 m derinliklerde beslenmeyi tercih edermiş. Eşsiz Bir Yaşam Döngüsü varmış, Uçan Balık Van Balığının. Her yıl büyük sürüler halinde göç edermiş. Çünkü Van Denizi’nin tuzlu-sodalı suları üremesine imkân vermezmiş.

Van Balığı’nın geleceği güvence altındaymış. Geleneksel hale gelen Uçan Balık Festivali her yıl Haziranın ilk haftasında Erciş İlçesindeki Deliçay suyu kenarında bir karnaval havasında kutlanmaktaymış. İşte bu balıktan yedik biz. Biraz kılçıklıydı ama oldukça lezzetliydi. Gülü seven dikenine katlanıyor…

Devam edecek

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.