BERLİN-DENİZLİ HATTI (5)

ABONE OL
16:20 - 19/09/2021 16:20
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 

Dört haftalık izin süresi bitti. Berlin’e dönüyoruz. Berlin’e vardığımızda dostlarımıza anlatacak yeteri kadar yaşanmışlıklarımız var. Çam sakızı çoban armağanı kabilinden hediyelerimizi de aldık.  Akşamdan arabamıza yerleştirdik.

Annem iki gün önceden başladı ağlamaya. Oysa kalbinde pil var, heyecan yapmaması lazım. Anne yüreği bu dinler mi, ağlıyor işte, hem de hıçkıra hıçkıra.

Yaş 99 olmuş. Ölüm oldukça yaklaşmış onu biliyor. Bir daha görüşemeyeceğimizden emin gibi. Salı sabahı annemle uzun süre sarıldık birbirimize, sonra vedalaştık. Gözyaşlarımız sel olmuş akıyor. Gurbet böyle bir şey.  Sevgilileri birbirinden acımasızca ayırıyor. İki sene önce hayat arkadaşımı uğurlamıştım asıl Sevgilisi’ne. Daha onun yokluğuna alışamamışken, şimdi sıra Anama gelmiş galiba. Yüreğim acıyor. Yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor.

Dün mezarı başındaydım eşimin. Vedalaşmak için gitmiştim. Hatıralarımızı canlandırdık. Kırk altı yıllık beraberliğin hatıralarını. Mezarının üzerindeki gülleri sularken geçti o yıllar hayalimden. O beni dinliyordu. Beni duyuyordu. En azından ben öyle düşünüyordum. Uzun süre sohbet ettik. Hani demiş ya şair “acılardan al ilacını” diye. Bundan sonra böyle olacak. Ağlayan taraf, acı çeken taraf hep ben olacağım. İlacımı acılarımdan alacağım. Ancak benim kalbim de bu acılara bir gün yenik düşecek ve stop diyecek. Taş değil ya bu. Sevgililerimin sevgisi mutlaka beni zehirleyecek. Belki de bu acılar olgunlaştıracak beni. Ateş çayı nasıl demlerse, yiğidi de gam öyle olgunlaştırırmış derler.

Kardeşim ve eniştemle, bacanaklarım ve baldızlarımla bir gün önceden vedalaşmıştık. İstanbul’a geldiğimizde saat 22:00 idi.  Otelimiz Sultan Ahmet Camii’nin hemen arkasında. Ertesi günü rehber eşliğinde, önce Balat; Demir Kilise, Mihrimah Camii, Kariye Kilisesi, Fener Rum Patrikhanesi… Patrikhanede sordum oradaki görevliye: ‘Ajanlık yaptığı gerekçesiyle Patrik, burada kapının önünde Osmanlı İmparatorluğu yetkilileri tarafından asılmış ve o günden beri o kapı kapalıymış. Patriğin muadili bir Türk görevli orada asılmadan o kapı açılmayacakmış bu bilgi doğru mudur?’

“Evet doğrudur.” Dedi. Rehberimiz Tuğba bu bilgi karşısında şaşırdı.

“Gerçek mi bu?” sorusunu sormaktan kendisini alamadı. Kapının fotoğrafını çektik ve oradan ayrıldık.   Sonrasında Çamlıca Camii ve akşam da tekne turu. Dolu dolu geçen bir gün oldu Çarşamba günümüz.

Perşembe saat 13:00 te Kapıkule’deydik. Türkiye ile vedalaştık. Bulgaristan’ı rahat geçtik. Ancak Sırbistan girişinde o sıcakta 2 saat öylece bekletildik. Muamele yapmadılar. Klakson çalarak yapılan protestolara aldıran bile olmadı. İşkence yapmaktan zevk alan bir millet. Srebrenitsa’da 8.000 Boşnak Müslümanı katleden millet, o millet değil miydi?.

Gece yolculuk yapmak âdetim olmadığı için, Sırbistan’da otelde konakladık. Ertesi günü kahvaltıdan sonra yola devam ettik. Hırvatistan girişinde rasgele yapılan gümrük kontrolünde piyango bana çıktı. Bavullarımızı didik didik aradılar. Aradıkları ne ise bulamadıkları için sinirlenmiş olmalılar ki, hediye olarak aldığım lokumlara el koydular. İki kişi olduğumuz için ancak iki kilo lokum geçirebilirmişiz. Bizim lokumlar yarımşar kiloluk 12 paket. Bu durum Avrupa Birliği Gümrük mevzuatına aykırı imiş.

Ben o iki kiloyu da almadım buyurun hepsi sizin olsun dedim ve Hırvatistan’a giriş yaptım. Girişlerde Almanya hariç hiçbir ülke bize korona aşısını sormadı. Lokumlarıma el koyan Hırvatistan dâhil.

Ne anladım ben bu tatilden; Bosna-Hersek, Sırbistan ve Hırvatistan gümrüklerindeki çektiğimiz sıkıntıları yok sayarsak güzel ve anlamlı bir tatil yaptık. Her şeyden önce oğlum Zülfikar’ın uzun yola dayanıp dayanamayacağını test ettik. Allah’a şükür hiçbir sıkıntı çekmeden gidip geldik. O bu tatilden oldukça mutlu oldu.  Dolayısıyla ben de mutlu oldum.

Türkiye dört mevsimin tam olarak yaşandığı harika bir ülke. Meyve, sebze açısından çok zengin. Mutfağı da çok zengin. Gerçekten yaşanacak bir ülke. Bugünkü Türkiye 30 sene önce olsaydı Almanya’ya gelmemize gerek olmazdı. Bunu Almanya’yı kötülemek için söylemiyorum. Türkiye’nin geldiği noktayı belirtmek için söylüyorum.

Devlet daireleri son teknolojiyi kullanıyor. Fizik mekânlar pırıl pırıl, tertemiz. Kapalı mekânların aksine çevre temizliğine o kadar önem verilmiyor. Sokaklardaki çöp bidonlarının ağzı açık mikrop saçıyor. Birkaç kişiye konuyu açtım, aldırmadılar, halkı ilgilendirmiyor çöp bidonları. Ağzı açıkmış kapalıymış, mikrop saçıyormuş onları ilgilendirmiyor. Halkı ilgilendirmeyen şey belediyeyi niçin ilgilendirsin ki… Benim oturduğum semt Pamukkale belediyesinin sınırları içinde. Düzensiz bir ilçe, yapılaşması da öyle. Pislik almış başını gidiyor. Belediye başkanı fotoğraflarıyla Billboardlarda boy göstermekle meşgul.

İnsan kalitesi maalesef çok kötü. Genellemek mümkün değildir elbet ama yine de çok kötü. İnsanlar şımarık. Tamamen dünyevi kaygı içindeler. Alamadım-veremedim, yetiştiremedim gibi doyumsuzluğu anlatan kavramları kullanıyorlar. Gözlerini hırs bürümüş, neredeyse kendi kanlarında boğulacaklar. Denizli’de işsizlik yok. İşi beğenmeme verilen ücreti az bulma var. Aldıkları ücreti hak ettiklerini de sanmıyorum. Esnafla konuştum, sürekli iş değiştirenlerin sayısı oldukça fazlaymış.

Irkçılık almış başını gidiyor. Afganistanlılar ve Suriyeliler günah keçisi olarak görülüyor. Onlar olmasaymış, işverenler onlara yüksek maaş verebilirmiş. Onlar gelmiş, ücretleri düşürmüşler. Mütedeyyin Müslümanlar da aynı görüşte. Paylaşımcılık, düşenin elinden tutmak, empati yapmak gibi sıfatlara sahip olanların sayısı oldukça az. Bir araya gelince, tarih, kültür, çocuk eğitimi, yardımlaşma, din ve sahip olunan kültürel değerler üzerine konuşamıyorsunuz.  Kimse bu değerlerle ilgilenmiyor. Ya mal mülk konuşuluyor, ya da politika, spor da var.

Sevgi-saygı gibi kavramlar tedavülden kalkmış. Manevi değerler o kadar önemli değil. Irkçılık konusunda sağcısı da, solcusu da mütedeyyin Müslümanı da aynı görüşteler: Göçmenler ülkelerine gitsinler. Niçin orada kalıp ta ülkeleri için savaşmıyorlar gibi anlamsız ve egoistçe bir cümle kurabiliyorlar. Empati yapmıyorlar, yapsalar anlayacaklar. Hırsızlığın, işsizliğin, tecavüzlerin faturası hep o garibanlara kesiliyor. Burası Türkiye bu halk ta Müslüman Türk halkı, Müslümanların yaşadığı bir ülke burası…

Partizanlık almış başını gidiyor. Herkesin bir partisi var. Din gibi inanmışlar partilerine. Din konusunda o kadar hassas değiller, sıra partiye gelince aslan kesiliyorlar. Partilerinin yaptığı yanlışlara mutlaka bir sebep bulabiliyorlar. Aynı sebep öbürü için geçerli olamıyor. Bu kadar da olmaz diyorsunuz. Ama olmuş, görüyorsunuz.,

İktidar partisi ne yaparsa yapsın muhalefettekiler için yanlış: Hastane yapmak yanlış, yol yapmak, köprü yapmak, okul yapmak, ihtiyaç sahiplerine maaş bağlamak, savunma sanayinin güçlenmesi, şahsiyetli dış politika hep yanlış. Onlara göre bu yapılanların hepsi oyların artırılması için yapılıyor. Algı oluşturmak için bütün kanallar çalıştırılıyor. Başarılı da oluyorlar.

İktidarda olanlar da oldukça şımarık. İktidarın nimetlerinden alabildiğince istifade ediyorlarmış.  Hangi parti olursa olsun belediye de söz sahibi ise, o belediyenin imkânlarından nemalanmayan yok diyorlar.  Dindar olduğunu söyleyenlerle dine tavır koyanlar aynı işi yapıyorlarmış. Yolsuzluk, alavere dalavere.  Sadece grupları farklı. Birisi A grubundan öbürü B.

Bitti…

 

 

 

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.