BATI KARADENİZ GEZİSİ (I)

ABONE OL
11:27 - 23/10/2020 11:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

-Amasya-Merzifon-Sinop-

Türk Eğitim Derneği bu sene Batı Karadeniz dedi. “15.Kültür ve Araştırma Gezisi” nin güzergahı böyle belirlendi (2018). Batı Karadeniz Gezisi ’ne Ahmet Yumuşak kardeşimize selam vererek, mezarı başında dualar okuyarak başlamak istiyoruz. O Türk Eğitim Derneği’nin başkanlarından biriydi. O önden gidenlerden (2017). Biz onu Merzifon’un Ovabaşı Köyün’e yolculamıştık. Onu çiğneyip geçmek olmazdı.

Samsun

Samsun Havaalanı’nda Emin kardeşimiz Kaptan Sezgin ve Rehberimiz Mehmet Doğan Öz bizi bekliyordu. Kısa bir tanışma faslından sonra bindik otobüse. Akşam Amasya’da konaklayacağız. Güneş Amasya’yı daha terketmemişti ki şehzadeler Şehri’ne adımımızı attık. Şehri dolaşmak için daha zamanımız vardı. Otele yerleştik, sofra hazır vaziyette bizi bekliyordu, yemeklerimizi de yedik. Daha fazla geç olmadan düştük Amasya sokaklarına. İlk geldiğimizde bizleri elinde ışıklar açaan lambalarla karşılayan Ferhat ile Şirin, bu sefer karşılamadı bile bizi, şehir karalara bürünmüştü. Sokak lambalarının dışında özel bir ışıklandırılma yapılmamış şehirde. Kaya Mezarlar da gizlenmiş, görünmüyor. Bir hüzün şehri gibi olmuş Amasya. Karalara bürünmüş Ferhat ile Şirin’in şehri. Sadece hafiften bir ses geliyor kulaklarımıza; Yeşilırmak’ın sesi bu, gizliden gizliye ağlıyor sanki. Belki de bu yıl Ferhat ile Şirin’in ölüm yılıdır diye düşünmeden edemedik…

Şehzadeler

Sokak lambalarının ışığında da olsa Şehzadeleri selamlamayı ihmal etmedik. Rehberimiz haklarında kısa kısa bilgilendirmeler yaptı. Rehberimiz aynı zamanda doktora öğrencisiymiş. İnançlı, mütedeyyin, bilgili ve de saygılı birisi. Şehzadeler şehri Amasya, sen ne kadar şanslı bir şehirmişsin ki; Osmanlı Şehzadelerini bağrına basmışsın. Süt vermişin, ekmek vermişsin aş vermişsin onlara. Sonra da Cihan Padişahı olarak uğurlamışsın onları dualarla Amasya’dan. Bundan daha büyük bahtiyarlık mı olurmuş…

Şehzadelerin başında yapılan bu kısa tarih sohbetinin heyecanıyla yürüyoruz Yeşil Irmak’ın kenarında aheste aheste.

Hedefimizde salepçi dükkanı var. Salepçi arıyoruz. Önümüze gelen herkese soruyoruz. Nerede salep içebiliriz? Herkes başka bir yer tarif ediyor ve o tarif edilen yerler salepçi değil. Salebin de içildiği yerler. Baktık sormakla olmuyor, Recai önden hızlıca gitti ve sokak sokak salepçi aramaya başladı. Bir zaman sonra ara sokakların birinden çıkageldi, bulmuş salepçityi. Hep beraber düştük peşine Recai’nin. Salepçi Dursun.

Salepçi Dursun

 Önce Dursun amcayla tanıştık… Dursun amca, ince, uzun boylu, başında şapkasıyla dikkat çeken  esmer bir Amasyalı vatandaş. Son derece kibar bir beyefendi birisi. Biz sorduk o anlattı salebin hikayesini: “Salebin ham maddesi yabani orkidedir. Anadolu orkidesi olarak bilinir. Kışın hemen hemen her evde her kafede bulabileceğiniz içinizi ısıtan üzerinin tarçınıyla etrafa mis gibi kokular yayan bir içecektir salep.

Bir kilogram salep 2 bin 500 yabani orkide kökünden elde edilir. Türkiye’de doğal ortamda yetişen sadece 40 çeşit yabani orkide vardır. Bunların kalitesi yetiştiği ortama ve türüne göre değişir. Salep ülkemizde birçok yerde yetişmektedir. Ancak ticareti Burdur’un Bucak ilçesinde yapılır. Salebin yararları saymakla bitmez: Öksürüğe ve sindirim sistemine iyi gelir, enerji verir, zihni açar. Geleneğimizde salep, büyük ve kulpsuz porselen fincanlarda içilir.

Salebi hazır olarak alabileceğiniz gibi, aktarlardan toz olarak alıp evde kendiniz de yapabilirsiniz. Ülkemizde bilinçsiz söküm yüzünden orkidelerin nesilleri yavaş yavaş tükenmektedir. Eğer, alternatif çözümler üretilmezse salep orkideleri, aşırı söküme bağlı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Salep orkidelerinin doğal çevrelerinde bollaştırılması ve uzun vadede bu orkidelerin korunması, sorunun çözümüne katkıda bulunacaktır. Bazı türleri yalnızca Türkiye’de yetişir. Kahramanmaraş dondurmasına katılık, esneklik ve lezzet veren Saleptir. Salep ilaç ham maddesi olarak da kullanılır.”

Dursun amcanın sohbeti ve salebi içimizi ısıttı. Samimi bir sohbet ve gerçek bir salep. Lezzeti ve kokusu harika. Sokak sokak aradığımıza değdi. Grup memnun. Vedalaştık Dursun Amcayla, onun da bizden memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu. Sadece müşteri memnuniyeti değildi Dursun amcanın yüzündeki memnuniyet; salep ile ilgilenmemiz ve ona bilir kişi olarak salep ile ilgili bilgiler sormamız onu çok keyiflendirmişti. Keşke her esnafımız mesleğinin erbabı olsa ve o mesleği ibadet aşkıyla icra etse hilesiz-hurdasız. Elveda Dursun amca bilemeyiz bakarsın bir gün tekrar çalarız kapını…

Sabah kahvaltısının ardından rehberimiz hemen Amasya programını başlattı. İlk önce Hazeran Konağı. Grup üyeleri farklı da olsa önceki gelişimizde uğradığımız tarihi yerlere uğramıyoruz bu sefer. Rehberimiz o yerleri/eserleri sadece otobüste anlatıyor.

 Hazeran Konağı 

 “Hazeran konağı 1865 yılında, Amasya Mutasarrıfı Ziya Paşa’nın Defterdarı Hasan Talat Efendi tarafından yaptırılmış. Hasan Talat Efendi’nin kız kardeşi Hazeran hanımın uzun yıllar burada yaşamasından dolayı, “Hazeran” adını almıştır.

Konak haremlik ve selamlık olmak üzere iki bölüm halinde düzenlenmiştir. Yapı, XX. yüzyılın başlarında Amasya’nın mimari dokusunu meydana getiren “Türk evi” modelinin tipik bir örneğidir. Konutun doğu cephesi hariç tüm cephelerinde cumbalar vardır.

Yapının doğusu daha önceki bitişik nizam yapılanmadan dolayı penceresizdir; diğer cephelerin tamamı pencerelerle donatılmıştır.

Güneye ve batıya bakan bütün odaların pencere önlerinde birer sedir bulunur. Karşı duvarların ortasına barok üslûbunun etkisini taşıyan alçı şerbetlikler yerleştirilmiş, her iki yanları kapaklı yüklük (yatak odalarında bir tarafı gusülhane) olarak değerlendirilmiştir.

Selâmlık bölümü, konağın günlük yaşantısı dışında erkek misafirlerin ağırlandığı müstakil bir mekândır. Büyük çaplı kabullerin ve sohbet toplantılarının yapıldığı “paşa odası” adıyla da anılan başoda, konağın en aydınlık ve görüş alanı en geniş mekânı olup işlevi gereği diğerlerinden daha ihtişamlıdır ve bugün de aynı anlayışla düzenlenmiştir.

Haremlik bölümünün üst katında selâmlık başodasına bitişik; mâbeyn odası, çeyiz odası, hizmetçi odası ve ebeveyn yatak odası, alt katında ise mutfak, kiler, oturma ve yatak odaları yer alır.

Avlunun doğu köşesinden birkaç basamakla bodrum katına inilir.”

Konak ile ilgili yapılan bu doyurucu açıklamadan sonra konağı gezmek için 20 dakikalık zaman verdi rehberimiz. Aynı zamanda isteyenler fotoğraf da çekilecek…

Hazeran Konağı’ndan sonra, yürüyerek Ulu Camiye geçtik. Yeşilırmak üzerindeki köprü sevgililerin fotoğraf çekilmeleri için yapılmış sanki. Yeşilırmak’ın o huzur verici sesi Amasya’nın anlamına anlam katıyor. Yeşilırmak Ferhat’ı özlüyor besbelli. Ferhat Şirin’in aşkına dağları delerek nice zahmetle getirmişti Yeşilırmak’ı Amasya’ya. Aşk böyle bir şey. Ferhat Şirinine aşık, Yeşil ırmak ise Ferhat ile şirine. Yılların gelip geçmesine rağmen maşuklar kavuşamamışsa birbirlerine; aşk o zaman bazen su sesi olur, bazen kazma sesi ve bazen de sevgilinin duyduğu ıstırap olur ve çığlığıyla döver de döver boşlukları Yeşil Irmak gibi…

Yeşil Irmak, Kösedağ eteklerinden yola çıkıp toplayabildiği kadar yol arkadaşıyla birlikte debisini yükselte yükselte sırf Ferhat ile Şirinin buluşmasına şahitlik yapmak için gelir Amasya’ya. Çekerek Irmağı’nı ve Deli çayı da içine alarak debisini ulaşabileceği en yüksek seviyeye yükselterek Ferhat ile Şirin’in düğün alayına katılmak ister. Ama istediği olmaz. O da öfkesinden şehri ikiye bölerek başını taştan taşa vura vura yoluna devam eder. Sonra da kahrından Karadeniz’de intihar eder.

Ulu Cami

“Ulu Cami, Sultan II. Bayezid adına, 1485-86 yılları arasında cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan ve çeşmeden ibaret bir külliye olarak yapılmıştır. Cami beş kubbeli bir cemaat yeri ile geniş bir kemerle birbirine bağlanan arka arkaya iki kubbeli mekân ve buraya açılan yan mekânlardan ibarettir.

Doğu kısmındaki minaresi renkli taşlarla yivli, batı kısmındaki minare ise palmetlerle süslü olarak yapılmıştır. Batıda medrese, doğuda imaret ve konuk evi vardır. Her iki minare hizasında bulunan yaşlı çınar ağaçlarının külliye ile yaşıt olduğu tahmin edilmektedir.

Külliye’nin hikâyesini Evliya Çelebi’den öğreniyoruz; II. Bayezid, Amasya’da şehzade iken hat hocası ve yakın dostu Hamdullah Efendi ile meşk kayasında sohbet ederken “bir gün saltanat bana nasip olursa bu diyara bir cami yaptırmak isterim” der ve sual eder: “Nereye yaptırayım camiyi? Bu sualin cevabını Hamdullah yayını gerip okunu bırakarak verir.  “Okumun düştüğü yer uygundur” şehzadem der. II. Bayezid bir yıl sonra tahta geçer ve okun düştüğü yere külliyeyi inşa ettirir.

Medrese 1922’den itibaren İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Medresenin ilk müderrisi daha sonra Osmanlı şeyhülislamı olacak olan Zembilli Ali Efendi’dir.

Külliye, kültürel mirasımızın günümüzde korunan ve bizim olanı en iyi şekilde temsil eden başyapıtlardan biridir.

 Muvakkithâne

 Külliyenin avlusunda XIX. yüzyılda yapılmış bir muvakkithâne (Namaz vakitlerinin tespit edildiği mekân) vardır. Kapısı üstünde beş beyitlik manzum kitâbesinden bu yapının Hacı Hüseyin Zeki Efendi tarafından 1256’da (1840) inşa ettirildiğini öğreniyoruz. Muvakkithânenin duvarlarında çok zengin kalem işi nakışların bulunması bu küçük esere ayrı bir değer kazandırır. Çeşitli süs motiflerinden başka bu süslemede manzaralar, ağaçlar, bazı binalar görülür. Ayrıca nakışların arasında yakınındaki Beyazıt Camii’nin bir resmi de yer alır.

 Burmalı Minare Camii

 İsmini minaresinden alan cami, Mahkeme Camii olarak da biliniyor. Girişin sol tarafındaki cepheye bitişik sekizgen biçimli klâsik Selçuklu kümbeti ve sonradan yapılmış, burmalı Osmanlı minaresiyle dikkat çekiyor. 1237 yılında Anadolu Selçuklu hükümdarı Gıyaseddin II. Keyhüsrev zamanında emirlerden Ferruh b. Selçuk tarafından yaptırılmış. 1590’da deprem, 1602’de yangın sonunda hasar gören cami onarım görmüş, daha önce ahşap olan minare burmalı tarzda yapılmıştır. Anadolu Türk mimarisinin değerli eserleri arasındadır. Burmalı Minare Camii uzun süre kaderine terkedilerek harap olmaya bırakılmış, 1930’lu yıllarda da Ziraat Bankası’nın tarım aletleri ambarı olarak kullanılmıştır. 1962’de tamir edilmiş ve ibadete açılmıştır. 1974 yılında ise kubbeleri bakırla kaplanmıştır. Giriş cephesinin solunda cami duvarına bitişik olarak yapılmış türbe, Selçuklu mezar anıtları geleneğinin bir örneğidir. Giriş cephesinin sol köşesinde, bitişik olarak yapılmış olan piramit çatılı kümbette Ferruh Bey ve oğlu Yusuf Bey yatmaktadır.” Bu kadar tarihi malumattan sonra hedefimizde aşıklar müzesi var. Müze şehrin dışında, otobüsle gitmemiz gerekiyor.

Aşıklar Müzesi

 Aşıklar müzesi 2013 yılında açılmış. Ferhat ile Şirin’in anısına yapılmış bu müze. Girişte hemen solda kafe-restoran bölümü var.

Bahçe’ye Amasya Saat Kulesi ‘nin bir örneğini koymuşlar. Güzel de olmuş. Birçok oturma yeri bulunan bahçe, bakımlı ve temiz.

Su kanalı denilen bir yer var, oraya giriş yasak ama herkes giriyor. Zaten bakan eden de yok. Kanal boyunca boş boş yürüyüp geri dönüyorsunuz. İçinde bir şey de yok.

Dağın dibinde Ferhat ile Şirin’in olduğu söylenen bir mezar var. Mezarın Ferhat ile Şirin’e ait olduğuna biz pek inanamadık açıkçası. Yine de ruhlarına Fatiha okumayı ihmal etmedik.

Aşıklar Müzesi yerin altında. Müzede, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Romeo ve Jüliet, Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan gibi sevdalılar bölümleri bulunuyor. Ancak bu sevdalıların hikayeleri oraya yazılmamış. Diğer müzelerde de aynı eksiklikler var. Demek ki biz de müze geleneği daha oluşmamış. O kadar masraf yapılıyor, o kadar değerli eserlere sahibiz, ancak haklarında kısa da olsa malumat yazmayı beceremiyoruz.

Romeo ve Jüliet Bölümü de var müzede. Bu bölümü çok fazla Türk oldu, araya bir de yabancı sıkıştıralım, öylece byabancı turisti de çekeriz düşüncesiyle yapmış olmalılar. Romeo ve Jüliet Bölümü’nden çıktıktan sonra bir ağacın etrafına oturmuş dört âşık karşımıza çıkıyor. Başta Âşık Veysel olmak üzere âşıkların önünde saygı ile eğilerek yolumuza devam ediyoruz.

Mimar Sinan ve Mihrimah Sultan’ın aşkları ise çok farklı. Mimar Sinan İstanbul’da iki tane cami yapıyor ve aşkını o camilerde ölümsüzleştiriyor. Birinin minarelerinin arasından güneş doğarken öbürünün minarelerinin arasından ay batıyor. Önünde şapka çıkarılacak bir aşk Koca Sinan’ın aşkı.

 Yavuklu Kültürü ve İlahi Aşk Bölümü

Müzede, bizim kültürümüzde önemli bir yeri olan yavuklu kültürüne ait bir anlatım bölümü bulunuyor. Yavuklu Kültürü bölümünde sedir, çeşme gibi objeler var. İlahi Aşk bölümünde çocuk Kur’an okuyor. Odanın etrafındaki duvarların içine küçük maketler yerleştirilmiş. Her bir makete anahtar deliğinin içinden bakıyorsunuz. İçeride, Hoca Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlanâ ‘nın maketleri var.

Müzenin asıl felsefesini oluşturan nokta ilahı aşkın anlatıldığı, ilahi aşk bölümü olsa gerek. Müzeden çıkınca yorumlar yapıldı. Aşk ve âşıklar üzerinde duruldu. Merzifon’a kadar aşk üzerine muhabbet devam etti.

Ovabaşı Köyü

 Ahmet Başkanın yeğeni Merzifon’da bizi bekliyor olacaktı. Bekliyormuş da. Yol üzerinde bizim yolumuzu gözlerken bulduk onu. Aldık otobüse. Çok sessiz sakin birisi. Yolu tarif edecek Kaptan Sezgin’e. Koskocaman ovada daracık yollardan geçiyoruz. Ova ile mütenasip olmayan yollar bunlar. Otobüsün ikinci bir manevrayla ancak yola devam edebildiği yerler de var. Köye girdik ve köy meydanında caminin hemen yanına park ettik otobüsü. Ev biraz daha aşağıda. Oraya yürüyerek gideceğiz. Köyde bize Halim Uslu ve Alim Uslu kardeşlerde katıldı. Onlar Çorum’dan gelmişler.

Samiye hanım ve ablaları, enişteleri, amcaları ve köylüler bizleri bekliyorlar. Ahmet beyin amcaoğlu Bekir hakikatli bir delikanlı. Evini açtı bizlere. Hazırlıklar yapılmış. Katmerler, keşkekler, börekler, çörekler, sarmalar, dolmalar pişirilmiş. Düğün yemeği gibi bir hazırlık yapılmış.

Yemekten önce Ahmet başkanın mezarına gittik. O bildik tebessümüyle bizi mezarının başında kollarını açarak karşıladı, kucaklaştık, koklaştık, hasret giderdik, gözyaşlarımız sel oldu… O kadar memnun oldu ki Ahmet başkan, heyecandan konuşamadı bizimle, sanki dili tutuldu. Duamızı yaptık. Hakkında şahitlik de ettik.

Allah’ım Ahmet başkan senin iyi kullarındandır. Biz onun yanlışını görmedik. Şahitliğimiz tamdır. Ta Almanya’dan buraya kadar geldik şahadet etmek için, ne olur şahadetimizi kabul et dedik. Bu kadar içten yapılan duaya Mevlâmız ne diyecek ki; elbette kullarım dualarınız kabulümdür diyecek…

İzzet ve ikram

Yemekler o kadar lezzetliydi ki, anlatamam. Hazırlanan her yemekten yedik. Hem de tıka basa… Yemezsek o kadar emeğe saygısızlık olurdu. Keşkek ise harikaydı, yiyen bir kap daha aldı. Teşekkürlerimizi sunduk emeği geçenlere. Yemekler üzerine konuştuk. Çaylarını kahvelerini de içtik.

Namaz kılmak için camideyiz

Sonra da namaz için camiye geçtik. Bekir’in evinin hemen yukarısında cami. Köyün girişinde. Keşke gitmeseydik. Tuvaletin o pisliği midemizi bulandırdı. Caminin maaşlı hocası var. Ayrıca köyün ihtiyar heyeti var. Muhtarı var. Caminin bağlı olduğu Diyanet İşleri Başkanlığı da var. Sorduk bizimle namaza gelen Ovabaşı köylülerine, Bekir’e de sorduk “nedir bu durum, sizler bu durumdan rahatsız olmuyor musunuz? Koro halinde “Caminin hocası var” dediler. “Devlet buraya hademe vermiyor, biz ne yapalım, başka ilgilenen de yok…” Oooo, mazeret çok, işi sahiplenen ise yok. Biz o kadar konuştuk konuşmasına da kimsenin yüzü bile kızarmadı. Belki de misafirseniz misafirliğinizi bilin ve ondan sonra da edebinizle defolun gidin diyenler de olmuş olabilir içlerinden.

Ey Ovabaşı köylüleri, orası Allah’ın evi değil midir? Devletten maaş alan sevgili hocam, sen kürsüye çıkıp temizlikten bahsetmiyor musun, tuvaletin o halini göre göre nasıl temizlikten bahsedebiliyorsun sevgili hocam? Hadi diyelim, Allah’tan sıkılmıyorsun, peki kuldan da mı utanmı yorsun? Yazıktır günahtır hocam. O aldığın paranın hakkını vermen gerekir. Tuvaleti temizlemek seni küçültmez. İstersen köylülere de o şuuru verebilirsin, temizlik şuurunu vermekten acizsen sevgili hocam, ne diye orada hocalık yaparsın…

Belki de üstümüze vazife olmayan işlere karıştık, ama köylüler yine de bizleri yolcu etmek için eve kadar geldiler ve hepimizle teker teker kucaklaştılar, “tekrar bekleriz” dediler. İşte Türk insanının misafirperverliği böyledir. Samiye hanımla, kızlarıyla, ablalarıyla, amcaları, köylüler ile ve Bekir’le vedalaştık ve düştük geldiğimiz Merzifon yoluna…

Elveda Bekir, Elveda Yumuşak ailesi ve elveda Ovabaşı köyünün sevgi dolu sakinleri ve elveda Ahmedim. Biz seni unutmadık ve de unutmayacağız. Belki tekrar yanına gelemeyiz ama sen devamlı gönlümüzde olacaksın…

 Merzifon

“Tarihi Kalkolitik çağa kadar uzanır, Merzifon’un tarihi. Ancak, Merzifon’un bir yerleşim yeri olarak tarih sahnesine çıkışı, milâttan önce I. yüzyıla tarihlenir. Merzifon’da Osmanlı döneminde  Müslümanlarla Gayri Müslimler iç içe yaşadı. Tahminî nüfusu 6000 kadardı.

Merzifon, Medreseleri, camileri, mescidleri, tekke ve türbeleriyle, çeşitli hayır kuruluşlarıyla, bedesteniyle hareketli bir şehirdir.

 Merzifon Taşhanı

Merzifon bedesteninin mimari özellikleri bedestenin 17’nci yüzyılda yapıldığını göstermektedir. Yapıldığı zamanlarda kentin ticari merkezi konumundaki bedesten bugün de benzer işlevini sürdürmektedir.

Kentin diğer önemli özelliklerinden biri Merzifon eşeğidir. Merzifon konumu nedeniyle ticaret yolları üstünde olmasından dolayı ticaret hayatı gelişmiş bir yermiş. Ticari faaliyetlerin lojistiği açısından vazgeçilmez olan eşekler de bu şehirde tabiatıyla işlevleri gereği çok fazlaymış. Eşrafı meşhurken eşeği de meşhur olmuş derlermiş. Ayrıca Merzifon eşeği diğer eşeklerden daha büyükmüş. Genetik olarak farklı bir yapıya sahipmiş. Sütü de anne sütüne çok yakınmış. Yani Denizli horozu gibi cins eşekmiş, Merzifon eşeği. Eşek kentin simgesi sayılırmış.

Diğeri de Merzifon keşkeğidir. Keşkeği dillere destandır. Ayrıca Merzifon deyince akla hemen Kara Mustafa Paşa gelir. Paşa aslen Merzifonlu olup Viyana kuşatması sırasında başarısız olunca idam edilmiştir. Yedi yıl boyunca sadrazamlık yapan Kara Mustafa Paşa, Merzifon’a birçok eser kazandırmıştır. Kara Mustafa Paşa Camii hemen Bedesten’in yanındadır.”

Topuz kebabı

 Tarihi Bedesten, tarihi özelliklerine zarar vermeden düzenlenerek kullanılabilir hale getirilmiştir. İçinde restoran da vardır. Buraya gelmişken topuz kebabını yemeden geçmek olmaz. Farklı bir sunumu vardır. Adı Topuz Kebabı. Evet, hani şu hepimizin bildiği savaş silahı olarak kullanılan topuz. Gürz ya da Bozdoğan adıyla da bilinen, asırlar boyunca savaş alanlarını kana bulayan ve nice acılara tanıklık etmiş olan o topuz. Tarihi bedestende farklı bir misyon yüklenmiş o topuza. Restoranda et, topuzun dişleri üzerine yerleştirilerek servis yapılıyor. Etler öylesine ilginç bir görsellik arzediyor ki hayran kalmamak mümkün değil.

Etin altında iç pilav vardır. Yağlar ve soslar iç pilavın üzerine akar. Harika bir görsellik ve de lezzet.

Yaklaşık 45 dakika ısısını koruyan topuz, etlerin soğumadan yenmesini sağlıyor.

Bu ilginç fikir öylesine şık bir sunumla hayata geçirilmiş ki, Bedesten Osmanlı Mutfağı bu anlamda gerçekten takdire değer bir iş yapmış. Merzifon’a, sırf bu kebabı merak edip tatmak için gelenler bile varmış. Marka tescil belgesini de alan işletme bu eşsiz sunum ve lezzeti dünyaya tanıtmak istiyor. Ancak biz yiyemedik. Ovabaşı Köyü’nde yediğimiz yemekler ve keşkekten sonra yiyemezdik zaten…

Halim Uslu ve Alim Uslu ile Mezifon’da vedalaştık. Çorum’a gelmemizi istediler ama yolcu yolunda gerek dedik. Daha batı Karadeniz gezisinin başındayız. Düştük yollara. Bu sefer otobüste bir sessizlik vardı. Ahmed’i ziyaret haliyle arkadaşların üzerinde bir tesir bırakmıştı. Akşam daha olmamıştı ki; Türkiye’nin en mutlu insanlarının yaşadığı şehir olan Sinop’a gelmişiz…

Devam edecek

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.